15 Aralık 2009 Salı

Selen

Kıbrıs'lı yazar Aysel Gürmen, kendi kızından esinlenerek yarattığı Selen isimli bir dizi öykü kitapları serisi hazırlamış. Selen, yıllar geçtikçe öykülerle birlikte büyüdü gelişti. Son kitap Selen Büyürken'de raflarda yerini aldı. Bütün işi günü ablası ve annesi başta olmak üzere etrafındakileri çıldırtmak olan Selen isimli küçük kızın öyküleri her ne kadar küçük yaştakilere hitaben yazılmış gibi duruyorsa da büyüklere de inanılmaz bir mizah duygusu yaşatıyor. Gürmen, çizer Uğur Köse ile braraya gelerek Selen için 3 sayılık bir de çizgi roman dizisi hazırlamış. Çok bilmiş minik Selen'in öykülerini bir de çizili haliyle okumak gerçekten büyük keyif. Süpürge saçlı krakterimiz Selen etrafını çıldırtırken biz de gülmekten kırılıyoruz. İlk sayıdan bir anekdot: Selen annesinin kafasını şişirmektedir.

Anne dayanamaz ve "kızım git biraz başımı dinleyeceğim" der ve Selen'i başından savar. Bir süre sonra Selen geri döner ve annesini tekrar sıkışltırmaya başlar:

"Söyle hadi ne dedi?"

Anne, "kim ne dedi kızım?".

Selen, "başımı dinleyeceğim dedin ya, ne dedi işte ou merak ediyorum:) "...

Gerçekten başarılı ve hoş çalışma. Cadılı perili hayali karakterlerin arasında günceli yakalamış müthiş bir çalışma. Keşke 3 sayıda kalmasaydı da daha çok çıksaydı... Öykü kitaplarını da çizgi romanlarını da herkese tavsiye ederim... İnternetteki satışı Kırlangıç Yayınlarında...

SelamlarLami

13 Aralık 2009 Pazar

Sıfır Noktası

BİLİM KURGU ÖYKÜSÜ:

SIFIR NOKTASI

Pürüzsüz ve geniş yolda, yer aracı tek başına ilerliyordu. Tekerlekler, yuvalarından içeriye doğru kıvrılmıştı. Araç yerden 35-40cm yükseklikte, kayarak-daha doğrusu uçarak-gidiyordu. Aracın yanlarına, arkasına ve önüne sonradan takıldığı belli sağlam parçalar monte edilmişti. Bu haliyle sivil bir araçtan çok askeri bir araca benziyordu.

Yolun her iki tarafında, vahşice büyüyerek gökyüzüne uzanmış bitkiler, her yanı kaplamıştı. Artık bitki örtüsü de genetik yapının çıldırtıcı değişikliğine uymuş, şekilsiz ve ürküntü veren, fantastik cangıllar haline gelmişti.

Konya çıkışından, Pozantı istikametine dönen aracı kullanan sürücü, 40 yaşlarında, oldukça dinç ve sağlam görünümlü, artık saçları iyice ağarmış bir erkekti. Bir yandan aracın kumandalarına hakim olmaya çalışırken, bir yandan da monitörlü bir cihaza bir disk yerleştiriyordu. Cihazdan uzanan bir çıkıntıyı ağzı yönüne çevirdikten sonra ağır ağır konuşmaya başladı:

“Eğer bu kayıt, hala sağlam kalabilmiş birilerinin eline geçerse, tüm kuzey ve batı bölgelerinde, normal hiç kimsenin olmadığını bildiririm. Bütün canlılar, insan dahil çok tehlikeli. Yaşı genç olanlar, anlatacaklarımı çok iyi dinlesinler. Çünkü geleceği değil ama kendi yaşamlarını kurtarmak onlar için çok önemli. Çünkü... Neyse baştan alayım.

20. yüzyıl sonlarında, komünist bloğun çökmesi ve tüm dünyanın “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen son derece sert kapitalist yaşam biçimine dönmesi, yaklaşık 45 yıl sürdü. Bu süreçte, resmi olarak değil ama ekonomik açıdan sınırlar ortadan kalktı. Tüm dünya ülkeleri birbirleri için pazar durumuna geldiler. Bilim-teknoloji destekli sanayi, her şeyi üretim ve kar eksenine oturtmuştu. Gelişme, öylesine başdöndürücü bir hız aldı ki insanlar şaşırmaya bile fırsat bulamaz hale geldiler. Artık tekerlekle giden arabalar yerine, havayı altına alıp, itici roketlerle yürüyen yer araçlarıyla “trafik” çoktan tarihe karışmıştı. Tekerlekler, uçaklar gibi sadece iniş ve kalkış için kullanılmaya başlandı. Fakat bu parlak görünümün altında “Yeni Dünya Düzeni”, bir yandan da kendi kabusunu oluşturdu.

Büyüyen sanayi kuruluşları hızla birleşiyor kartelleşiyor ve küçük grupları yutuyorlardı. Oluşan karteller, yönetici sathında kendi egemen sınıflarını oluşturuyor, karşı tarafta ise, tamamiyle bu sınıfa muhtaç, onların kendilerine tanıdığı iş olanakları kadar yaşama hakkına sahip çalışan kesimler çoğalıyordu.

Büyük Karteller, sonu gelmez ekonomik güçleriyle, tüm dünya ülkelerinde devlet yapısına önce belirli yollarla sızıyor, sonra yavaş yavaş tümünü ele geçirmeye başlıyordu. Polis ve asker kadrolarını özellikle el üstünde tutuyor, bu yolla güvenliklerini sağlıyorlardı. Zaten hukuk sistemleri de yavaş yavaş karteller lehine değişmeye başlamıştı. Eğitim, her şeyde olduğu gibi son derece pahalı bir hale getiriliyor, tüm askeri, endüstri ve yönetim okullarında ancak egemen sınıfların zengin insanları okuyup yetişiyordu. Dünya, net bir kutuplaşmaya doğru gidiyordu.

Yeni Dünya Düzeni’nin çalışan sınıfları, ölmeyecek kadar yemek, sağlık ve eğitim imkanına sahipti. İnsanların alım gücü gittikçe düşüyor, fakirlik, yeni ve garip salgın hastalıkların ortaya çıkmasına sebep oluyordu. İnsanlar, kitleler halinde ölmeye başlamıştı. Yüksek teknolojinin desteğinde üretim yapan ve ihtiyaçlarını karşılayan egemen sınıflar, artık çalışan kesimlerin büyük bir bölümüne ihtiyaç kalmadığını düşünüyor, onların hızla artan nüfuslarının gelişmeye engel olduğuna inanıyor ve ölümlere seyirci kalmayı tercih ediyorlardı. Bazen, bu duruma isyan eden insanlar karşı çıkıyor, gösteriler düzenliyorlardı. Ama bu gösteriler de oldukça kanlı bir şekilde bastırılıyor hatta insanlar öldürülüyordu.

Türkiye’ye ise bu düzende, 7 kartel hakimdi. Bu kuruluşlar ve yöneticileri, parlamentonun neredeyse tamamına sahipti. Askeri güçler ve yargı, onların sansürü olmadan hiç bir şey yapamayacak bir haldeydi. Nüfus, Anadolu’nun her yanına eşit dağıtılmış, sayıları çok olan çalışan kesimler, açlık, ölüm ve hastalıklarla boğuşuyordu. Tüm üretim ve kar, egemen sınıflara gidiyordu.

Düzenin isitisnaları da vardı. Çoğu bilim adamı ve aydınlar, düzene karşıt duygu ve düşünceler besliyor, ama bunu gerçekleştirmeye korkuyorlardı. Bazı çalışanlar, üst sınıflarla iyi geçinmeye çalışıyor onlara her türlü “casusluk ve benzeri hizmetler” sağlıyarak daha iyi durumda kalmayı başarıyorlardı.

İşte bu dalkavuklardan biri de benim babamdı. Ben, Yusuf Kamanlı, böyle bir Türkiye’de doğmuşum. Zorunlu olan 12 yıllık eğitimimden sonra, ancak egemen sınıflardan imtiyaz koparabilen çok nadir, çalışan insanların çocuklarına nasip olacak bir fırsatı, elektronik ve bilgisayar okullarında okuma fırsatını yakalamıştım. Bu arada... Hey o da ne?”.

Sürücü, kayıt cihazını alelacele kapatıp, hızını azaltarak bir düğmeye bastı. Araçta hafif bir sarsıntı oldu. Araç, artık telerleklerinin üstünde gidiyordu. 600-700 metre ötede, başka bir araç, yolu kesmiş bir biçimde duruyor, önünde de üniformalı ve siyah şapkalı, iriyarı üç insan duruyordu. Giydikleri üniformalar, askeri kıyafetleri andırıyordu. Hareketsiz kımıltısız öylece ayakta bekliyorlardı.

Diğer araca 30 metre kala, Yusuf Kamanlı aracını durdurdu. Yan koltuğunda duran büyükçe bir tabancayı alarak, kemerinin arkasına gizledi. Adamlar, sessizce ona bakıyorlardı. Tavandan, gözlerine doğru dürbün benzeri bir aksamı indirip baktı. Yüzünde bir gülümseme oluştu.

-Hey, bunlar sağlam görünüyorlar. Nihayet yıllar sonra sığınaklarından çıkmış olmalılar. Yine de dikkatli olmalıyım. Beni düşman zannedebilirler.

Adam, aracını yavaşça sürdü.

10 metre kala araçtan indi. Yine de korunma içgüdüsüyle aracını çalışır durumda bıraktı. Elleri arkada tabancasının üstündeydi. Adamlar, duygusuz bir ifadeyle bakıyorlardı. Yüzlerinde ne bir hüzün ne de sevinç vardı. Biri yana çekildi. İkisiyle şimdi karşı karşıyaydı.

-Merhaba. Ne diyeceğimi bilemiyorum ama...

Birden yandaki adam, nerden çıkardığını anlayamadığı bir sopayı kaldırıp Yusuf Kamanlı’nın kafasına doğru savurdu. Yusuf, tüm içgüdüleriyle üçünü birden gözlediğinden, sopa kalkarken farketmiş, yana doğru eğilmeyi başarmıştı. Fakat sopa başı yerine böğrüne müthiş bir hızla inmişti. Yere düşerken Yusuf, ciğerlerinin ezildiğini hissetmiş, yüzü acıdan morlaşmıştı. Bir insan nasıl bu kadar kuvvetli olabilirdi? Bunun bir tek açıklaması olabilirdi. Yoksa, hayır!....

Üç adam, hayvansı hırıltılar çıkararak Yusuf Kamanlı’nın üstüne atıldılar.

Yusuf, duyduğu tüm acıya rağmen, bir eliyle tabancasını çekip bir el ateş edebilmişti. Üstündekilerden birinin, sırtından tüm iç organları dışarı fırlarken adam üstüne devrilmişti. Diğer ikisinin, cesedi üstünden kaldırmaya uğraşmaları Yusuf’a bir kaç saniye kazandırmıştı. Fakat bu arada bir tanesi atılarak tabancalı koluna iri dişlerini geçirmiş kolu parçalamıştı. Yusuf[YU1] , can havliyle adamın suratını avuçlayınca garip bir şey oldu. Adamın yüzünü kaplayan deri avucuna geldi. Maskenin altından, hayvana benzer, köpek gibi sivri dişleri olan, tüysüz korkunç bir surat çıktı.

-Olamaz! Nasıl akıl edebildiniz bunu?...

Yusuf, umutsuzca inlerken diğeri de maskesini çıkarıp, dişleriyle boğazına doğru eğilmeye başlamıştı. Tam o sırada ağaçların arasından, müthiş bir kükreme duyuldu. İki metreye yakın büyüklükte, hayvandan çok canavara benzeyen bir yaratık, adamların üstüne atıldı. Yaratık adamlarla uğraşırken, Yusuf, böğründeki ve kolundaki müthiş acıya rağmen kalkıp, arabaya doğru yürüdü.

Yaratığın adamları paramparça etmesi bir kaç saniye sürmüştü. Kafasını Yusuf’un aracına doğru kaldırdı. Bu arada Yusuf, aracını kaldırmış ve iki saniyede 200km hıza erişmiş bir biçimde geliyordu. Hayvanın kafasını kaldırmasıyla çarpması bir oldu. Yusuf bir an sonra geriye dönüp baktığında, hayvanın tekrar ayağa kalkmaya çalıştığını gördü.

Yolda kimseler yoktu. Gün ortasında bir kabus yaşamıştı. Yusuf, tekrar kayıt cihazına uzandı ve açtı:
“Üç mutant’ın saldırısına uğradım. Yüzlerine insan maskeleri geçirmişlerdi. Böyle bir şeyi akıl edebilmeleri çok garip. Şansımın ve bir zamanlar köpek diye bilinen bir canlı türünün yardımıyla kurtulmayı başardım. Şimdiye kadar uğradığım en tehlikeli saldırı bu oldu. Silahlarımdan birini orada bıraktım. Allah’tan yedeklerim var. Kara Toprak Yaylası’nda elektronik kamp kurup yaralarımı tedavi edeceğim. Sanırım bir günümü alacak. Çok canım yanıyor...”

Yusuf, cihazı kapatıp, az sonra Kara Toprak yazılı levhadan sağa döndü.

* * * * *

“Mutant saldırısından bu yana yaklaşık 30 saat geçti. Yaralarım hemen hemen iyileşti. Adana-Mersin ve tekrar İncirlik rotasında oldukça yavaş ilerliyorum. Hala “ormanlık bölgelere çekilmemiş” normal insanlarla karşılaşmayı umuyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu umudu canlı tutmaya çalışıyorum. 17 yıldır bir tekine bile rastlamadım çünkü...
* * * * *

21. yüzyılın ortalarına doğru, dünya genelinde sömürülen insanlarda bazı sosyal kıpırdanmalar başladı. İnsanlar biraraya toplanıyor, belli merkezlere saldırılar düzenliyorlardı. Hatta egemen sınıf insanlarından bazılarını öldürmüşlerdi bile. İnsanlar, geleceğin varoşlarından çıkıp düzenin kabusu olmaya başlamışlardı.

Kısa süre içinde patlamalar büyüyüp, bazı ülkelerde iç savaşlar haline dönüştü. Askeri kuvvetlerden bazı aydın subayların da isyancılara katılmasıyla çoğu ülkelerde sistemler çabucak el değiştirdi. Dünya tekrar iki kutuplu haline geri döndü. Bir yanda sömüren-sömürülen esasına dayalı klasik sistemler, diğer yanda, daha eşitlikçi “Yeni Özgür Cumhuriyetler” oluştu.

Türkiye, klasik “Yeni Dünya Düzeni”’ni devam ettirmeyi seçmişti. Türk insanı isyan etmek yerine egemen sınıfların güdümünde yaşamayı seçmişti. Bu arada ayrılan blok ülkeleri arasında yine ideolojik sürtüşmeler baş göstermiş, devletler karşılıklı silahlanmaya başlamışlardı. Bu defa nükleer silahların yanında çok tehlikeli ve hiç denenmemiş biyolojik silahlar da sahnedeydi. Üstelik bu silahlar caydırıcı değil, ilk fırsatta kullanım amaçlı üretiliyordu.

Meslek okulunu bitireceğim sıralar, hayatımın en değerli varlığını tanıdım. Türk başkentinin tarihinden gelme ismiyle Misket, siyah saçlı, uzun boylu, kara gözlü çok güzel bir kızdı. Onunla bir eğlencede tanışmıştım. O da benim gibi imtiyaz sahibi bir işçinin çocuğuydu. Görür görmez ona vurulmuştum. Fakat, ilk başlarda aşkıma karşılık alamadım. Geceler boyu bunalıma giriyor, kafamı duvarlara vuracak hale geliyordum. O ise benimle çok az konuşuyordu.

Bir gün her şeyi onun ağzından öğrenmeyi başardım. Aslında o da beni seviyordu. Fakat aramızda büyük bir engel vardı. 3 numaralı büyük kartelin patronlarından birinin oğlu da ona aşık olmuş onu istiyordu. Misket’in kolaylıkla okuma imkanı elde etmesinin nedeni de buydu. Bu, ikimiz için de, bir yıkımdı. Çünkü Misket’in onu geri çevirmesi söz konusu bile olamazdı. Aksi takdirde büyük ihtimalle onu öldürürlerdi.

Bu arada benim Misket’le olan ilişkim öğrenilmişti. Büyük bir öfkeye kapılan rakibim derhal önlem aldırmıştı. Bir kaç defa saldırıya uğradım. Bir ara çok kötü dövüldüm. Ama aşkımdan vazgeçmemiştim. Bu yüzden öldürüleceğimi anlayınca memleketim olan Nevşehir’e kaçtım. Misket’e de dönüp onu alacağıma dair söz verdim…

Kapadokya’da, tarihi yeraltı mağaraları vardır. Çocukluğumda orada yerden yaklaşık 50 metre aşağıda çok büyük bir mağara keşfetmiştim. Mağaranın tüm çıkışlarını kapatmış, yalnızca bir tek girişi ağaçlarla kapatmıştım. Burası yıllarca benim gizli sığınağım olmuştu. Yıllar boyunca eğitimim arttıkça, mağarayı elektronik ve elektrikli aksamla donattım. Orası benim tapusuz yurdum gibiydi. Hatta bir gün, dışarıyla hava irtibatını kesip, bir hava jeneratörünü yerleştirmiştim. Böylece, bu mağarayı herhangi bir uygarlığın keşfinden korudum. Ayrıca dışarıyla haberleşme olanakları oluşturdum. Açılış şifresini sadece benim bildiğim bir elektronik kapı yapmıştım. Sırrımı, benden başka sadece Misket biliyordu.

Gizli sığınağıma, aylarca yetecek yiyecek, doğum kontrol hapları ve diğer gereksinimlerimi doldurdum. Daha sonra Ankara’ya dönüp, o gece Misket’i kaçırdım. Daha doğrusu bir yer aracı kiralayıp birlikte kaçtık. Gece, yollar oldukça tehlikeliydi. Allah’tan hiç bir engelle karşılaşmadan 20 dakika’da Kapadokya’ya geldik.

Sığınağımızda, gözlerden uzak evlendik ve tam dört ay orada kaldık. Kanunlara göre üç ay boyunca herhangi bir vatandaş gidip varlığını bildirmezse, kaydı siliniyordu. Bu da onun için ölüm demekti. Çünkü hiç bir ihtiyacını kimliği olmadan satın alamazdı. Yakalandığında da çok büyük cezası vardı. Dördüncü aydan sonra, dışarı çıktık. Mağaraya kurduğum yapay solar sistem, gün ışığının gözlerimize zarar vermesini önlemişti. Artık kayıtlı olmayan bir çift olarak “Özgür Cumhuriyetler”den birine kaçmanın yollarını arayacaktık. Fakat, bir tuhaflık vardı. Ortada kimseler görünmüyordu. Yayan geçtiğimiz bir kasaba da terkedilmiş gibiydi. Kalan tek tük insanlar konuşamayacak kadar hasta ya da ölmüşlerdi. Daha sonra Nevşehir yakınlarında bir haberleşme üssüne geceyi geçirmek için girdik. Burada da herkes ölmüştü. Korkulu bir ölüm salgını vardı sanki. Derhal haberleşme ağına girip, bütün gerçekleri öğrendik. Öğrendiklerimiz karşısında donakalmıştık.

Biz mağaradayken, dünyadaki iki sistem büyük savaşı başlatmışlardı. Önce nükleer silahlar kullanılmıştı. Karşılıklı tüm büyük şehirleri yok etmişlerdi. Artık İstanbul, Ankara, New York, Londra Budapeşte ve diğer büyük kentler yoktu. Dünyanın yarısı çöl haline gelmiş, milyarlarca insan ölmüştü. Kurtulan az sayıda insan, büyük bir öfkeyle savaşı devam ettirmiş birbirlerine karşı, yeni geliştirilen biyolojik silahları kullanmışlardı. İlk belirlemelere göre sağ kalan çok az insan olmuştu. Fakat onların da genotipi hızla değişiyordu. Türkiye sağ blok sistem müttefiki olarak, savaşın tam ortasında yer almış, Diyarbakır, Bandırma ve Adana-İncirlik Uzay üsleri 1. derecede kullanılmıştı.

Biyolojik silahlara karşı en büyük direnişi varoşlarda yaşayan sefil insanlar göstermişti. Zira uzun yıllar süren ölümcül hastalıklar, bu insanlarda bir çeşit bağışıklık yaratmıştı. Fakat bu insanlarda da genlere bağlı yıpranmalar veya değişmeler oluşmuştu.

Misket’le dakikalarca birbirimize sarılıp öylece bekledik. Artık kimsemiz yoktu!

Tam iki yıl, Türkiye ve çevre ülkeleri dolaştık. Nükleer silahların erişemediği yerlerde, enerji kaynakları, elektronik donanımlar ve yiyecek stokları olduğu gibi duruyordu. İnsanların bunları kullanacak zamanı olmamıştı anlaşılan. Halimize şükredip geziyorduk. Ta ki o korkunç günler başlayana kadar...

Biyolojik silahların etkilediği canlıların-insan, hayvan, bitki-genetik yapısı değişiyor, kas iskelet ve hormonları güçleniyor ancak beyin yapısı dumura uğruyordu. İnsanlar, sivri dişleri, irileşmiş bedenleri, pul pul olmuş derileri ve dışarı vurmuş sivri kemiksi çıkıntılarıyla korkunç yaratıklar haline geliyordu. Beyinler, yavaş yavaş fonksiyonlarını yitirdiği için insanlar-artık onlar birer mutanttı-konuşamıyor, hırlıyor, saldırganlaşıyor ve önlerine çıkan her türlü canlıyı-bazen birbirlerini-parçalıyor ve yiyorlardı. İnsanı andıran çok az özellikleri kalmıştı. Ateş yakmayı biliyor, kurbanlarını pişirerek yemeyi şimdilik ihmal etmiyorlardı. Tarih, hızla geriye doğru gidiyordu. Yeryüzü, bir kabusa dönüşmüştü.

Misket’le ikimiz, mağaranın izole atmosferinde gazlardan korunmuştuk. Çıktığımızda gaz konsantrasyonu nerdeyse tükeniyordu. Ancak az da olsa bizi de etkilemişti. Vücutlarımız, biraz daha sertleşmiş, yaralarımız daha çabuk iyileşiyordu. Beyinlerimizde herhangi bir hasar hissetmemiştik.

Hayvanlar için durum, daha da korkunçtu. Küçük kediler, tarih öncesi canavarlara dönüşmüşlerdi. Artık hiç bir yer güvenli değildi. Normal hiç kimseye rastlayamıyorduk. Yanımızda sürekli ağır silahlar taşıyorduk.
* * * * *

Bir gece, Torosların eteklerinde kamp kurduk. Ben, su bulmak için aşağıda gördüğüm bir dereye doğru gittim. Misket’ te yemek hazırlayacaktı. Biraz sonra döndüğümde gördüğüm manzara bu gün bile hala düşlerime giriyor. Hatırladıkça titriyorum.



Bir kaç mutant, yaktıkları büyük bir ateşin ortasına kurdukları bir direkte bir bedeni yakıyorlardı. Ağızlarından korkunç hırıltılar çıkıyordu. Ateşteki bedenin boynunda sallanan kolyeyi gördüğümde, dizlerimin titrediğini, dermanımın kesildiğini hissettim. O’nu yakıyorlardı! Misket’im ölmüştü! Birden ağlamak istedim ama gözlerimden yaş gelmedi.

Sırtımdaki ağır silahı nasıl kavradığımı, grubun içine nasıl daldığımı hatırlamıyorum. Otomatik ateşleyiciyi çalıştırmış, döndükçe parçalanan kafaları, göğüsleri, kolları, bacakları seyrediyor, çıldırmış gibi bağırıyordum. Sonuncu mutantın kaçmaya çalıştığını gördüm. Ateş ederek bacağını parçalayıp yakaladım onu. Yemek kesmek için kullandığım lazer bıçakla, onu küçük parçalara ayırdım. O ölene kadar her bağırdığında ben de bağırıyor, üstünde tepiniyordum. Manzara, tam bir vahşetti.

Sonunda bir taşın üstüne oturup ormandan gelen sesleri dinlemeye başladım. Sağa sola, gökyüzüne bakıyor, hiç bir şey görmüyordum. Sabaha kadar öylece oturmuşum.

* * * * *

Misket’in ölümünden bu yana tam 15 yıl geçti. Artık normal insanlarla karşılaşabileceğim umudumu yitiriyorum. Bu vahşi dünyada yapayalnızım. Ne yapacağımı bilemiyorum. O’nu çok özlüyorum.

Şu ana kadar aşağı yukarı tüm dünyayı dolaştım. Normal hiç kimseyle karşılaşmadım. Savaşta sığınaklarda kalmış askeri personel, mutantlarca bulunup öldürülmüş. Bundan sonra normal bir insan olarak yaşamanın anlamı olup olmadığını düşünüyorum.

Ankara sahrasından bu yana, üç mutant saldırısına uğradım. Birinde ciddi şekilde yaralandım. Şimdi de ani bir kararla, bu hüzünlü sonun başlangıç noktalarından biri olan İncirlik Askeri Uzay Üssü’ne gidiyorum. Biraz sonra kaderimin tarihini öğreneceğim...”

Sürücü, yavaşça kayıt cihazını kapattı ve tekerleklerini açtı. Araç, giriş yolunun başında, göğe uzanmış devasa “İNCİRLİK ASKERİ UZAY ÜSSÜ” yazan bölgeye girdi. Biraz sonra dev binalardan birinin önünde durdu. Giriş şifresini çözmesi pek zor olmadı. Birdenbire arkasında bazı sesler duydu. Döndüğünde, pek çok mutantın bahçelerden binalara doğru geldiğini gördü. Hemen içeriye girip, kapıyı kapattı.
* * * * *

Ana bilgisayarı bulmuş ve kayıtlara girmişti. Nükleer savaşı, gaz emisyonunu, her şeyi öğrenmişti. Monitöre donuk donuk bakıyordu. Birden gözüne bir mesaj ilişti. Açtığında, zenci bir asker görüntüsü belirdi. Asker, ingilizce konuşuyordu:

“Bu mesajı alan kimseye, insanlık için hiç bir umut kalmadığını bildiririm. Uzay istasyonlarındaki son insanlar bir daha dönmemek üzere uzaya açıldılar. Ben burada müttefik Adana üssündeki son görevliyim. Mutantlar, duvarlara tırmanmayı ve pencereleri öğrenmişler. Kaçamayacağım galiba. Dinleyin. Hala dünyanın 5000 stratejik noktasında nükleer silahlar hazır bekliyor. Bu bölgelere ve mutantların yoğun olduğu bölgeleri gösterir programlara giriş şifresi, “saldırı”. Mutant bölgeleri yok edilmeli. Hızla ürüyorlar. Bu silahları net ağıyla, istediğiniz biçimde birbirine bağlayabilirsiniz. Ben başaramayacağım galiba. Geliyorlar. Hayır....”

Birden mesaj gürültüler ve bağırışlar içinde kesildi. Yusuf, derhal programı yeniden çalıştırmak için kontrollara abandı. Bu arada mutantlar tırmanmaya ve kapıları zorlamaya başlamışlardı. Yusuf’un elleri müthiş bir hızla çalışıyor, şakakları terliyordu. Bir süre sonra büyük ekranda dünya haritası ve üzerindeki 5000 stratejik nokta yanıp sönmeye başlamıştı. Bilgisayarda bir komut belirdi:

“SALDIRI BÖLGELERİNİ SEÇİN.”
“HEPSİ”, diye yazdı Yusuf.
“SALDIRI PROJE İSMİNİ YAZIN”, Yusuf bir an dalmış gibi düşündü ve:
“MİSKET”, diye yazıp okeyledi.



“SALDIRI GERİ SAYIM SÜRESİNİ YAZIN”. Aşağı kat pencerelerinden içeri yavaş yavaş mutantlar doluşuyordu. Yusuf, hiç kıpırdamadan dinledi. Sonra, “1DAKİKA” yazıp onayladı.

Birden salondaki bütün işaret düdükleri çalmaya başladı. Mekanik bir kadın sesi salonu doldurdu: “GERİ SAYIM BAŞLADI. 60, 59, 58,...”

Yusuf, monitörü kapatıp geriye döndü. Onlarca mutant hırlayarak kendisine doğru koşuyordu.

“32, 31, 30,....”

Yüzünde, derin bir tebessüm belirdi. “Geliyorum Misket. Bekle beni”.

“9, 8, 7,...”.

Mutantlar, adamın üstüne atıldılar.

* * * * *

Sarmal galaksinin kenar bölgesindeki yıldız sisteminde bir patlama oldu. Yıldıza 3. uzaklıktaki gezegen, büyük bir patlamayla su ve kaya moleküllerini uzaya saçarak parçalandı. Dağılan parçalar, karanlık uzay boşluğunda yüzmeye başladılar...







29.05.1997; İZMİT
Lami Tiryaki


[YU1]

10 Aralık 2009 Perşembe

Altın Kitaplar Yayınevi 50 Yaşında

Ülkemiz çocuk ve best seller kitapların sahipliğini yapan bana göre gelmiş geçmiş bir numaralı yayınevi Altın Kitaplar 50. yaşını kutluyor. Yıldönümü nedeniyle ünlü yazar Dan Brown'da Türkiye'de ve Kayıp Sembol kitabının piyasaya verilişini başlatacak. Benim yaşımda olup ta Altın Kitaplar'dan çıkan maceralardan bir kaçını alıp okumayan herhalde yoktur. Bir zamanların hard-cover üstüne kuşe kapaklı ve sırttan dikişli ciltlemeleriyle bu gün bile aşılamamış bir kalitenin sahibidir yayınevi. Günümüzde bu tarzda ciltlenip basılan kitaplarımız "lüks" sınıfında inanılmaz fiyatlara satılıyor. Çoğu Aslan Şükür imzalı nefis kapaklarıyla Jules Verne kitapları, yerli bilim kurgular, dünya best seller kitapları hala inanılmaz bir koleksiyon değerine sahiptir. Kitaplığımda yerimin müsaade ettiği ölçüde ben de bulabildiklerimi alıp saklıyorum. 30-40 yıllık kitaplar renklerinin sararması dışında hiç bir kondüsyon eksikliği olmadan hala okunabilir hala saklanabilir pırıl pırıl mükemmel durumdadır. Günümüzde de popüler edebiyatın vazgeçilmez sahibi olan Altın Yayınevimize nice başarı dolu yıllar dilerim.

SelamlarLami