28 Aralık 2012 Cuma

Makinadaki Hayalet

Uyarı! Aşağıdaki yazı, Nathan Never aylık serinin, orijinal 23, 37, 44, 60, 61 ve 62. sayılarında anlatılanlarla ilgili ipuçları (spoilerlar) içermektedir. Nathan Never’ın orijinal 23. sayısı Il Perduto Mondo (Kayıp Dünya) isimli öyküsü, dönemi itibariyle hayli popüler Jurassic Park filmine göndermeleriyle sevimli bir hikayeydi.
Ancak bu sayıyla başlayan olaylar, gittikçe destansı bir anlatıma dönüştü ve üstad Alfredo Castelli’ye taş çıkaracak bir başarıyla muhteşem bir Atlantis örgüsü haline geldi.
Çizgili Düşler tarafından yayınlanan 5 numaralı Nathan Never cildinin ilk iki öyküsü Makinadaki Hayalet(Uno spettro nel computer)-ve devamı Cehennemin Dibine(Discesa agli inferi), aslında okunması bir hayli kapasite isteyen, zaten karmaşık bir evreni olan Nathan hikayelerine mutlak bir hakimiyet gerektiriyor. Aylık sayılardaki iki büyük ana öyküden biri olan(diğeri büyük albümlerde bir şekilde toparlanan muhteşem “Göç” dizisi) Kayıp Dünya, basit gibi görünen, ancak okudukça aslında çok uzun vadeli planlanmış bir ana öykünün başlangıcı olduğunu kanıtlayan akıcı bir hikaye. Aslında bu hikaye dizisi yeni dönem Bonelli yazarlarının Japon kültürü ve mangalara olan hayranlıklarının da bir yansıması.
Yazar Antonio Serra ve arkadaşları, Martin Mystere’nin Atlantis efsanesini muhteşem bir başarıyla başka bir platforma çekerek alternatif bir gelecek oluşturmayı başarmışlar. Bununla ilgili bazı detaylar, Nathan&martin 2. Ortak Albüm, Başka Yer’in Sırrı’nda da anlatılmaktadır. Ne anlatıyordu Kayıp Dünya? Gizemli bir şirketin çocuklar için eğlencelik olarak ürettiği minik ejderlerden biri Nathan’ın David isimli bir arkadaşının oğlunun eline geçer. David’in sevimli ejderin dışkısında keşfettiği bir bulgunun büyük bir ekolojik felaketin habercisi olduğu yönünde Nathan’dan yardım istemesiyle olaylar başlar. Balşangıçta olaya şüpheyle yaklaşan Nathan bir süre sonra işin ucunun Pasifik’teki bir adada yerleşik bir felaket ağının merkezini işaret ettiğini anlar. Pasifik’teki bir adada, Odaka isimli bir bilim adamının korkutucu genetik deneyleriyle ortaya çıkan olaylar 62. sayıya kadar süren bir dizi ilginç ve heyecanlı olayların da başlangıcı olur.
Yazar Antonio Serra 37. sayıda Dehşet Tepemizde (L'orrore Sopra di Noi) ile müthiş bir Godzilla göndermesiyle olayı tekrar gündeme getirir. Odaka’nın başlattığı felaket zinciri aslında hala faal durumdadır . Olaylar geliştikçe hikayeye dahil olan Yüzbaşı Hashimoto, Reiko, Tochiro gibi ileride de bizimle sık sık beraber olacak yeni karakterlerle tanışırız. Genetik deneylerin en korkutucu sonucu olan “canavarların piri” ise hikayenin asıl kahramanıdır aslında! Medeniyet ve teknolojinin insanlığın gelişmesine mi yoksa felaketine mi yaradığı hakkında düşündürücü bir dizi detay hikayenin en çok akılda kalan detayları. Dehşet Tepemizde ile ilerleyen bu hikayeden sonra, 44. sayıda Katil Uydu ile neredeyse insanlığımızın sorgulandığı müthiş akıcı bir aksiyonu okurken Robot Link ile Robot Olga arasında çok ilginç bir aşk öyküsü başlar. Link ve Olga arasındaki ilişki gerçekten kolay unutulur mesele değildir.
İki “makina ağırlıklı organizmanın” birbirlerinin beyinlerine ve düşüncelerinin derinliklerine girerek yaşadıkları “cinsel birleşme” karbon kökenli yaratıklara bahşedilen bu ayıcalığın ne kadar özel olduğunu bana uzun uzun düşündürttü. Ayrıca Robot Olga ile Gordon’un Venüs Harekatı isimli öyküsündeki(Tay Fasikül 26-29, Cilt 7-8) uzaylı kadın arasında da bir tür benzerlik kurdum. Serra ve arkadaşları bu öyküye öylesine konsantre olmuşlarki, 60. sayıdaki Derinliklerde Mücadele’yi usta bir manevrayla ana hikayeye dahil edip hiç durmadan ardından gelen 61 ve 62. sayılardaki Makinadaki Hayalet ve Cehennemin Dibine öyküleriyle devam ettirmişler.
Makinadaki Hayalet ve Cehennemin Dibine, sanki iki çok farklı öyküyü anlatır gibidir. Yüzbaşı Hashimoto’nun, Dehşet Tepemizde öyküsünde hayatını kaybeden sevgilisi Reiko için çektiği duygusal acı, onu bir tür matrix ile bağlandığı sanal dünyada çok farklı bir maceraya sürükler. Makinadaki Hayalet’te anlatılan nispeten aksiyon yüklü hikaye, Cehennemin Dibine’de fantastik bir boyutta bambaşka bir öyküye dönüşür.
Hani başta biraz şok oluyorsunuz, “böyle bir devam ne alaka” filan diyorsunuz ama hikaye ilerledikçe işin aslının hiçte öyle basit olmadığını anlıyorsunuz. Sevgi, aşk ve fedakarlık nasıl biraraya gelir ve insanlığın içinde bulunduğu tehlikeyi önlemede nasıl hayati bir rol oynar müthiş bir anlatımla verilmiş. Bu iki sayıyı okurken aklıma The X-Files dizisinin 6. sezonunun son iki bölümü ve 7. sezonun ilk bölümü geldi. 6. sezonun sonunda Ajan Scully Afrika sahillerinde bir bilim insanı arkadaşıyla birlikte sahile vurmuş bir uzay gemisi bulur. Uzay gemisinin gövdesinde bir takım yazılar vardır. Uğraşa didine bu yazıların bir bölümünü çözmeyi başarırlar. Yazılar, Kur’an ve İncil’den ayetler içermektedir! Hikayenin devamında üst düzey bir gizem, araştırma ve hatta aksiyon beklerken, The X-Files karakterlerinin yaşadığ bir tür cennetten kesitler izlemeye başlarız. En azılı kötü adamlar babacan iyilere dönüşmüştür mesela. Sonra finalde anlarızki aslında biz izleyiciler de bir tür sanal kıyametin içindeyiz...
Nathan’ın 61. ve 62. sayıları insana böyle bir his veriyor. Neyse, eğer Çizgili Düşler 6. albümü geciktirmezse hikayenin sonunu hemen okumamız mümkün olacak. Çünkü Serra ve arkadaşları bu öyküyü uzun zamana yaymayı hiç düşünmemişler. 64. sayı L’isola Nel Cielo(Gökteki Ada) ve 65. sayı La Guerra Senza Tempo(Zamanı Olmayan Savaş) isimli hikayelerle sanırım final yapacağız. Hemde bu sayılarda tanıdık bir konuk var:Martin Mystere! Serra ve arkadaşları bu hikayeyi yazarken geniş bir öngörü çalışması da yapmış görünüyorlar. Öyleki hikayelerde anlatılan hiç bir detay tesadüf ya da doğaçlama değil. 7. ve 8. sayı Yasak Bölge ve Gölge Adamlar hikayelerinde Nathan’ın kanalizasyonlarda saldırıya uğradığı ejderhanın anlamsızlığını burada gideriyorsunuz. Aslında o yaratık Odaka’nın adasından kaçmış bir deney ürünüymüş. Tabii bu detayı öğrenmemiz için bizimde 23. sayıya kadar beklememiz gerekti. Sözkonusu hikayeyle, Gabriel Muamması’yla iyice belirginleşen ilk ana öyküyle rahat yarışacak cinsten bir saga yaratılmış. Öyküler içine yerleştirilen, teknoloji, manevi değerler, din, insanlığın diğer türler arasındaki yerine ilişkin felsefi öğeleri düşünürken bazan ana öyküyü kaçırdığınız oluyor. Nathan&Martin ikinci ortak albümü Başka Yer’in Sırrı’nın çeviri düzeltmelerini 1001 Roman için ben yapmıştım. Ham çeviriyi çok tatminkar bulmadığım için neredeyse tüm diyalogları oturup baştan yazmıştım. Müthiş zor bir iş olduğunu söylemeliyim. Hikayede Kayıp Dünya ve Atlantis sagasıyla ilgili önemli özetler yeralıyor ve ben o çalışmayı yaparken Katil Uydu’yu bile henüz okumamıştım. Şimdi görüyorumki koyduğum cümleler hedefini bulmuş, hata yapmamışım. Bu da beni Cehennrmin Dibine’yi okurken müthiş rahatlattı.
Nathan Never’ın 6. cildi çıktıktan sonra tüm hikayeyi arka arkaya okuyup kendinize enfes bir Nathan Never ziyafeti çekmenizi şiddetle öneririm. Hikaye hakikaten su gibi akıyor. Okuduğunuz her bir hikaye sonrası uzun uzun düşünüyorsunuz. İnsanlığın tanrıcılık oynaması ne kadar tehlikeli olabilir? Genetik olarak yaratılmış bir takım insanımsılar gerektiğinde “insanlardan daha insan” olabilirler mi? Teknoloji her şeyi çözmeye kadir mi? İnsanlık birazda kendi özüne mi dönmeli acaba? Ve daha neler neler... Cehennemin Dibine’nin bir bölümünde Dev Albüm 3’te bir şekilde görünen dünyanın değişik boyutlarına açılan kapıları bir kez daha görüyosunuz. Ve yine Zagor’un o insanı perişan eden görüntüsünü. Aldığım bir duyuma göre Çizgili Düşler Nathan Never Dev Albümlerin telifini alacakmış-ya da almış.
Dedikodusu bile insanı heyecanlandırıyor. Maceraperest’ten umudu kestiğim için artık bence bir bilim kurgu klasiği Nathan Never dev albümlerin ilk 9 sayısının tamamını okuyamayacağım diye üzülüp duruyordum. Eğer haber doğruysa ve 8. cildi makul bir süre içinde okumaya başlarsak 3. ana gövde Nemo hikayeleriyle zihinlerimize ziyafet çekmeye devam edeceğiz demektir... Selamlar Lami Tiryaki

20 Haziran 2012 Çarşamba

4. Kocaeli Kitap Fuarının Ardından

4. Kocaeli Kitap Fuarı 12-20 Mayıs 2012 tarihleri arasında yapıldı. Yine kalabalık, bir salonu sahaflara ayrılmış bir organizasyon, bedava otopark, bedava giriş, güzel söyleşiler ve imza günleriyle dopdolu bir fuar yaşadık. Bu güzellik için emeği geçen herkese kitapseverler adına teşekkür ederim. 12 Mayıs Cumartesi günü öğleden sonra kalkıp gittim fuara. Aracımı parkedip binaya yaklaşırken sanki kitapların kokusunu alıyormuşum gibi hissettim. Sağda solda araçlarından inen aileler, türlü türlü insanlar, yüzlerinde kitapsever olmanın o aydınlık gülümsemesiyle bir an önce İntertek Fuar Binası’na girmek için acele ediyorlardı. “Kitap kokularını içime çeke çeke” giriş kapısından içeri daldım. Giriş holünde sizi söyleşileri naklen veren dev bir ekran karşılıyordu. Ben girerken ekranda, “kendisine Atatürk’çü denilmesini hakaret sayan” zat konuşuyordu. “Ben o lafı şunun için söyledim...” filan gibi bir şeyler duydum. Sonra ben fuarın içlerine doğru yürürken adamın sesi salonların gürültüsüne karıştı.... 2011’in aksine bu yıl giriş salonu direk sahaflara ayrılmıştı. O gün programım yoğun olduğu için hızlı bir tur atmakla yetinecektim. Sahaflarda ilk gözüme çarpan çizgi roman harici kitapların ve mizah dergilerinin bolluğu oldu. Kitap başı fiyatlar, ne yalan söyleyeyim biraz fazla geldi. Ne alırsan 1TL’ye 3TL’ye gibi levhalar çarpmadı pek gözüme. Tek tük “3’ü 5 lira, 3’ü 10lira” gibi bir şeyler gördüm, ama oralarda da pek bir döküntü kitaplar duruyordu. İlginç kitaplara bakmak için tezgahın yanına yaklaşınca, ucuz taraftaki kitapların daha çok ders kitapları ya da eskimiş çocuk kitapları ağırlıklı olduğunu farkettim. İlginç olanlar yine de 3’ten başlayıp 50’ye hatta 100-150TL’ye kadar uzanıyordu. Şimdi “7-8 lira’nın nesi pahalı“ diyebilirsiniz. Kitapçılarda en ucuz kitap 15-20 liradan başlarken... Ancak adında “fuar” olan bir etkinlikte insan her türlü ucuzluğu bekliyor. Oraya giden benim gibi kitap delileri sırtında valiziyle gelip neredeyse bütün fuarı kaldırıp götürmek istiyor. Haliyle müthiş bir bütçe yiyor. Yani... Neyse, geçen yıldan muhabbeti arttırdığımız Ortaköy Sahaf, sevgili Bayram yine oradaydı. Plaklar, kitaplar ve çizgi romanlarıyla güzel bir standın içinde epey muhabbet ettik. Plak demişken, fuarda bu yıl plak bolluğu vardı. Plak satışları patlamış durumda. Ancak yine de fiyatlar cep yakan cinstendi. Bu yıl Kocaeli’de, çizgi romanın en az olduğu fuarlardan birini yaşadık. Çizgi roman adına açık tek stand Özer Sahaf’tı. Ama orada da çizgi roman sayılı miktardaydı. Kendi yayınlarının bile bir kısmı yoktu. Standın başında sevgili Ferhat(internette bilinen adıyla johnyfreak) duruyordu ve onunla da epey muhabbetimiz oldu. Emel Sayın 73, Nükhet Duru IV, İlhan İrem, Barış Manço, Coşkun Sabah, Frank Sinatra ve Emanuelle Sonudtrack, aldığım plaklardan bazılarıydı. Eski gazete satanlara ısrarla 1972 yılının Son Havadis’ini sordum ama hiç yoktu. Doktor Kim serimi beşledim. Kaldı bir eksiğim. Aslında kitaplarda Doktor Kim ve Peladon Gezegeni diye bir romandan da bahsediliyor ama ben o sayıyı hayatımda hiç görmedim. O da son Ceylan Teks serisinin 6. sayısı benzeri, Remzi Kitabevi efsanesi galiba. Güncel yayınevlerinin olduğu bölümleri hızlıca geçtim. Mağazalarda sürekli gezip hemen her gün gördüğüm yayınlardı zaten. %20 ila %35 arası indirimler vardı, fena değildi. Beni en çok ilgilendiren İthaki’nin standına uğradım. Biraz bakındıktan sonra görevlilerle muhabbete başladık. -Monte Kristo Kontu’nun hard-cover ciltli versiyonunu yayınlamıştınız yahu, bulamıyorum hiç bir yerde. Ben öyle deyince stand amiri olduğu belli uzun boylu esmer bir hanım yaklaşıp karton kapaklı Monte Cristo Kontu cildini koydu önüme. -Beyefendi yanlış biliyorsunuz, biz Monte Cristo Kontu’nu sadece böyle bastık. Başka bir yayıneviyle karıştırdınız galiba, dedi. Ben; -Yok efendim ben gözümle gördüm hatta sırtında Dumas’nın fotoğrafı var, filan derken başka biri daha girdi standın içine. Bayan; -Hah Mustafa bey, beyefendiye bilgi verir misiniz Monte Cristo Kontu’nu biz bir kere bastık, dedi. Bunun üzerine Mustafa bey: -Beyefendi o versiyonu sınırlı sayıda bastık bitti. Yeniden basmadık bir daha. -Hadi ya, aslında ben sağlam yayınların her zaman böyle özel versiyonlarının bulundurulmasından yanayım, filan diye Mustafa bey’le sıkı bir muhabbete girdik. İthaki’nin yayınladığı çizgi romanlardan, bilim kurgu serilerinden dem vurduk. Kapsamın genişletilmesi gerektiğini filan söyledim. Bizi ilginç bir yüz ifadesiyle dinleyen sorumlu bayan lafa karıştı; -Beyefendi sizin evde kaç kitabınız var? -Yaklaşık ... tane. Son sayımı henüz yapmadım. Sizin yayınevinin de hatırı sayılır bir rafına sahibim, efendim. Kadın dudaklarını aşağı doğru sündürerek; -Bir daha ben çok kitabım var demiyeceğim kimseye, siz gerçekten iyi bir İthaki okuyucususunuz, diyerek uzaklaştı yanımızdan... Biz Mustafa bey’le biraz daha muhabbetleşirken, ben o arada Kemal Tahir’in Mayk Hammer serisini tek eksikle tamamlayıvermişim. .......................... Fuara ikinci ziyaretimi 19 Mayıs günü yaptım. O gün Uğur Dündar İyi Uykular Sayın Seyirciler kitabının imza gününe geliyordu. Hem hayranı olduğum bir kişi hem de Martin Mystere’nin yüzüne sahip adam. Kaçar mı? Kaçmadı tabii. Saat 13.00’da fuarda hazırdım. Ancak kuyruk müthişti. Sanılanın aksine ev hanımları, başörtülüler, bildik mahalle insanları. Hele o Anadolu kadınlarının eşleriyle birlikte Uğur Dündar’a sarılıp fotoğraf çektirmel eri tam bir şölendi. Uğur Dündar, Ece Temelkuran’la birlikte fuarın yarısını toplamışlardı neredeyse. Ben biraz fuara takıldım saat 15.00 gibi de kuyruğa girdim. Bir saatlik bir bekleyişten sonra kitaplarımı imzalatmayı başardım. Fotoğraflarımız çekilirken; -Bizler uyumuyoruz Uğur bey, ayaktayız sabaha kadar, dedim. -Farkındayım, dedi. Adam saat 16.45’te hala imza atıyor ve fotoğraf çektiriyordu. Bilgi Yayınevi’nin ikinci imza güzelliği Muzaffer İzgü’ydü. 90’ına yaklaşmış edebiyat çınarımızla tokalaşmak, birlikte poz vermek ve imzalı kitabını almak nasip oldu o gün. Adam hala beyefendi, hala dinç, hala zımba gibiydi. Müthiş gurur duydum. Bir başka imza etkinliği 28 Şubat’ın ünlü savcısı Vural Savaş idi. Onun da Hatıralarım kitabını alıp imzalattım. Sonra yeniden alışverişe döndüm. Sahaflarda fuarın ilk günündeki fiyatlar kalmamıştı pek. 3’ü 5’ten, 10’dan satılan kitaplar, tane 1-1,5 liraya düşmüştü. Giderayak stokları tüketmek istediler sanırım. Fuarın bir diğer önemli standı, Zihinsel Engelliler Derneği adına kurulmuş olan ve sadece Atatürk eserleri ve aksesuarları satılan bölümüydü. Müthiş güzellikte Atatürk baskılı tişörtler aldım. Giydikçe etrafımdan sayısız övgüler alıyorum hala... 2012 yılı Kocaeli Kitap fuarı 2011’e göre daha az çizgi romanlı ancak aynı zenginlikte güzel bir etkinlik olarak geçti gitti. Darısı 2013’ün başına diyelim. Kitaplar varoldukça fuarlar da olacak. Ve biz hep orada olacağız. Aydınlık Cumhuriyet’in Atatürk’çü çocukları olarak... Lami Tiryaki Haziran 2012 Kocaeli

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Martin Mystere Dev Albüm Serisi’nin Ardından... Maceraperest Çizgiler tarafından 2012 yılında yayınlanan Martin Mystere’nin 2009 tarihli Dev Albüm serisin 13. sayısı Nuh’un Dedesi Sendromu’yla (La Sindrome Di Matusalemme) bu güzel seri ülkemizde de tamamlandı.
Alfredo Castelli’nin yazıp Alfredo Orlandi ve Roberto Cardinale’nin çizdiği albüm, serinin en zayıf halkası diyebileceğimiz 12 numaralı On Felaket’ten(La Diechi Piaghe/Paolo Morales-Alfredo Orlandi) sonra diğer dev albümler kadar olmasa da bildiğimiz Martin tadında okuması hoş, akıcı bir maceraydı. Seri bu hikayeyle okuyucuya veda etti. Fumettileri dev albümün o iri kareleri ve kucağı dolduran edisyonuyla okumak gerçekten ayrı bir keyif. Bu albümle Martin hikayelerini büyük boyut keyfiyle son defa okudum. Alfredo Castelli’nin bildiğimiz Mandrake hayranlığının ürünleri senaryonun detaylarına ustaca yerleştirilmiş. Birtakım karanlık deneylerde kobay olarak kullanılan yaşlı insanların dramatik hikayeleri ilginçti. Hikayenin kahramanı Peter(Piotr), zihin gücüyle insanlarda ipnotik etki oluşturmakta kendisine zarar vermek isteyenlere korkunç hayaller gördürebilmektedir. Albümde Martin’in önüne geçen ihtiyar Peter’dan Martin bir ara “yüz asırlık Mandrake’miz” diye sözeder. Bir de yanlış bilmiyorsam Müfettiş Travis’in amiriyle de ilk defa tanıştık.
Burada da hikayenin yapımcılarının The X-Files hayranlığını yeniden anımsadım. Travis’in amiri karakterinde The X-Files dizisinin sevimli amiri Walter Skinner(Mitch Pileggi)’in yüzü kullanılmış. Bir anda 1994-2002 arasına X-Files’lı günlerime gttim geldim.
Finali itibariyle bir miktar hayal kırıklığı olsa da Nuh’un Dedesi Sendromu, damakta Martin tadı bırakan ilginç bir albümdü. Bu albümde bazı yeniliklerin haberi verilmiş. Anladığım kadarıyla bu yeniliklerle Dev Albüm Serisi yeni bir formata kavuşacakmış. Teks Dev Albümlerde olduğu gibi kapakları artık maceranın çizerleri çizecek, giriş sayfaları iki sayfayla sınırlı kalacakmış. Hikayenin kaynaklandığı aylık albümlerden sözedilen bölümler kaldırılıyor onların yerine çizgi roman kısmı daha uzun tutulacakmış. Ayrıca hikayenin sonuna konulan Martin Mystere’nin Gizemleri dosyasından da iki sayfa eksiltilerek çizgi roman kısmına devredilecekmiş. Tüm bu formata sahip 14 numaralı dev albümün hazır olduğunu da belirtmişler. Benzer biçimde 12. sayının girişinde insanın ağzının sularını akıtan sonraki Dev Albümlerin konularını içeren bir liste vardı. Bunların arasında özellikle aylık 242-243. sayılara denk gelen Sihirli Balta(La Scure Incantata) isimli macerada anlatılan Zagor Tenay’ın hikayesinin devamı olacak dev albüm, insanın rüyalarına girecek denli çekici görünüyordu.
Ancak bunların hiç biri olmadı ve Martin Mystere Dev Albüm serisi 13. sayısıyla sevenlerine veda etti. Aslında gerçek anlamda veda etmemiş. İtalya’da 2005 yılında okuyucuya veda eden aylık serinin yerine biliyorsunuz 160 sayfalık yeni bir seri başaltıldı. Bu serinin başlangıcından itibaren, usta Castelli ipleri yeniden eline aldı. Sonrasında da ustanın senaryolarının etkileri hızla görülmeye başlandı.
Eski Martin’ler kadar olmasa da onların tadına yakın hikayeler okumaya başladık. Yeni seriyi okumaya devam ettikçe bu hikayelerin eski aylık seriden önemli bir farkı olduğunu keşfettim. Hikayeleri, aylık sayılar mantığında hikayeler olmaktan çok eski hikayelerin üstüne kurulmuş bir çeşit sonlandırma ya da yeni soru işaretleri oluşturma girişimleri olarak algıladım. Her biri 154 sayfalık tek sayılık bu hikayelerde ben müthiş bir şekilde Dev Albümlerin tadını almaya başladım. Boyut ve hikayelerin aralarına serpiştirilen yeni olaylarla aylık seriden de esintiler taşıyan bu yeni dizi aylık ve Dev Albüm serilerinin bir kolajı gibi duruyor. Bir taşla iki kuş yani. Albümlerin sonlarına konan editoryal dosyalar da bu hissi destekler nitelikte. Bu yazıların tamamının çevrilip çevrilmediğini bilmiyoruz tabii, ama bu haliyle bile aylık formatın üstüne oturtulmuş Dev Albümlere benziyor. Gerçi Dev Albümlerdeki o büyük boyutta fumetti okumanın inanılmaz lezzetinin olmaması okuma keyfinden çok şey götürüyor. Ancak son yıllarda içimize büyüyen, keyfimizi kaçıran, yaşamak istediğimiz bir “Martin doyumu” yaşar olduk yeniden. Tamam yine ilk dönem aylık albümlerin keyfini vermiyor ama Martin’i de şimdilik mezara gömülmekten kurtarmış görünüyor. Yine Mandrake esintilerinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Ülkemizde ilk kez 1979 yılında Tay Yayınları Mandrake dizisinin 247 ve 250. fasiküllerinde Mandrake’nin İkinci Hayat isimli öyküsü yayınlanır.
Öyküde, binlerce yıldır buzullar arasında donmuş kalmış ve bu sayede hayatta kalmayı başarmış bir kazazede, buzların çözülmesiyle açık denizlere sürüklenir. Tesadüf o ki, sözkonusu denizlerde Mandrake ve arkadaşları yat gezisine çıkmışlardır. Kazazede, balık tutmaya çalışan Narda’nın oltasına dolanır ve dostlarımız tarafından kurtarılır. Kazazedenin öyküsü ilginçtir. Opolo isimli bu dev gibi adam yaklaşık 60000 yıl önce yaşamıştır. Kutup bölgesinde yeşillikler içinde cennet gibi ülkelerinde yaşarken buzul çağının başlamasıyla yurtlarından göç etmek zorunda kalırlar. Yalınzca Opolo, nişanlısı Adriana ve arkadaşı Natas (ismin tersten okunuşuna dikkat!) yavaş yavaş donan şehirde kalırlar. Opolo arada bir uçan aracıyla dünyanın geri kalan bölgelerini dolaşır. Göç edip ilkelleşmiş arkadaşları onu “Opolo” diye bağırarak selamlarlar. Natas bir ilaçla Opolo’yu uyutarak Nişanlısı Adriana’yı kaçırmaya kalkışır. Ancak Adriana Natas’ın elinden kurtulur ve ilacı içerek oda uyur. Binyıllar sonra Opolo, Mandrake ve arkadaşları tarafından kurtarılır. Bu ilginç trajedinin sonunda Mandrake düşünür; Acaba mitolojide alevler saçarak göklerde dolaşan tanrı Apollo, bu Opolo olabilir miydi?..
Martin Mystere’de yukarıdakine benzer bir dolu öykü vardır. Mitolojide betimlenen pek çok karakterin aslında binyıllar önce dünyada yaşamış, gelişmiş bir uygarlığın kalıntıları olduğuna İyi Kalpli Yaşlı Martin Amca pek çok defa şahit olmuştu. Aslında Martin Mystere, biliyorsunuz, Mandrake ve arkadaşları gerçek hayatta yaşasalardı neye benzerlerdi sorusunun bir tür yanıtı gibidir.
Mandrake mitolojisinin aslı Martin Mystere, Martin Mystere’deki öykülerin aslı da yine Mandrake öykülerindeki gibi mitoloji efsanelerinin gerçek yaşam öyküleridir.
Bu iki çizgi roman arasındaki esinlenmeler Martin Mystere yeni dizide daha belirgindir. Aylık 285. sayıya denk gelen 2006 tarihli Büyük Houdini (Il Grande Houdini/Alfredo Castelli-Paolo Ongaro) başlı başına Mandrake’ye bir saygı duruşu gibidir. Albümün konusunun ünlü sihirbazların hayatlarına adanmış olması bir yana, hikayede geçen pek çok olayda Mandrake’ye ilginç göndermeler vardır. Sihirbazların boyut değiştirerek gittikleri Tibet’teki akademi benzeri yerdeki sihirbazların ustasının adı “Tharon”dur. Tharon ilginç bir şekilde Mandrake’nin babası Sihirbazlar Akademisi başkanı Theron’a benzer. Ayrıca Başka Bir Yer detayıydı galiba tam hatırlayamadım, orada çalışma yapan sihirbazlardan birinde tam olarak Mandrake’nin görüntüsü resmedilmiş. Ve eski okurlar için ilginç olabilecek daha pek çok detayıyla Büyük Houdini gerçekten hoş bir hikaye olmuş. Bunun dışında Kaptan Kidd’in Hazinesi ve Grendel gibi müthiş albümler peşpeşe geldi. Hele Grendel! 6 numaralı Dev Albüm Ateş ve Buz Adası ile 11 numaralı Dev Albüm serisinin en müthiş öykülerinden biri Kızıl Kral’ın bir çeşit devamı gibi görebileceğimiz müthiş hikayeler. Tabii bunlar da başka yazıların konuları. İştahım açılırda yeniden yazabilirsem bu albümleri irdeleyeceğim. Selamlar Lami Tiryaki 16 Mayıs 2012