15 Aralık 2009 Salı

Selen

Kıbrıs'lı yazar Aysel Gürmen, kendi kızından esinlenerek yarattığı Selen isimli bir dizi öykü kitapları serisi hazırlamış. Selen, yıllar geçtikçe öykülerle birlikte büyüdü gelişti. Son kitap Selen Büyürken'de raflarda yerini aldı. Bütün işi günü ablası ve annesi başta olmak üzere etrafındakileri çıldırtmak olan Selen isimli küçük kızın öyküleri her ne kadar küçük yaştakilere hitaben yazılmış gibi duruyorsa da büyüklere de inanılmaz bir mizah duygusu yaşatıyor. Gürmen, çizer Uğur Köse ile braraya gelerek Selen için 3 sayılık bir de çizgi roman dizisi hazırlamış. Çok bilmiş minik Selen'in öykülerini bir de çizili haliyle okumak gerçekten büyük keyif. Süpürge saçlı krakterimiz Selen etrafını çıldırtırken biz de gülmekten kırılıyoruz. İlk sayıdan bir anekdot: Selen annesinin kafasını şişirmektedir.

Anne dayanamaz ve "kızım git biraz başımı dinleyeceğim" der ve Selen'i başından savar. Bir süre sonra Selen geri döner ve annesini tekrar sıkışltırmaya başlar:

"Söyle hadi ne dedi?"

Anne, "kim ne dedi kızım?".

Selen, "başımı dinleyeceğim dedin ya, ne dedi işte ou merak ediyorum:) "...

Gerçekten başarılı ve hoş çalışma. Cadılı perili hayali karakterlerin arasında günceli yakalamış müthiş bir çalışma. Keşke 3 sayıda kalmasaydı da daha çok çıksaydı... Öykü kitaplarını da çizgi romanlarını da herkese tavsiye ederim... İnternetteki satışı Kırlangıç Yayınlarında...

SelamlarLami

13 Aralık 2009 Pazar

Sıfır Noktası

BİLİM KURGU ÖYKÜSÜ:

SIFIR NOKTASI

Pürüzsüz ve geniş yolda, yer aracı tek başına ilerliyordu. Tekerlekler, yuvalarından içeriye doğru kıvrılmıştı. Araç yerden 35-40cm yükseklikte, kayarak-daha doğrusu uçarak-gidiyordu. Aracın yanlarına, arkasına ve önüne sonradan takıldığı belli sağlam parçalar monte edilmişti. Bu haliyle sivil bir araçtan çok askeri bir araca benziyordu.

Yolun her iki tarafında, vahşice büyüyerek gökyüzüne uzanmış bitkiler, her yanı kaplamıştı. Artık bitki örtüsü de genetik yapının çıldırtıcı değişikliğine uymuş, şekilsiz ve ürküntü veren, fantastik cangıllar haline gelmişti.

Konya çıkışından, Pozantı istikametine dönen aracı kullanan sürücü, 40 yaşlarında, oldukça dinç ve sağlam görünümlü, artık saçları iyice ağarmış bir erkekti. Bir yandan aracın kumandalarına hakim olmaya çalışırken, bir yandan da monitörlü bir cihaza bir disk yerleştiriyordu. Cihazdan uzanan bir çıkıntıyı ağzı yönüne çevirdikten sonra ağır ağır konuşmaya başladı:

“Eğer bu kayıt, hala sağlam kalabilmiş birilerinin eline geçerse, tüm kuzey ve batı bölgelerinde, normal hiç kimsenin olmadığını bildiririm. Bütün canlılar, insan dahil çok tehlikeli. Yaşı genç olanlar, anlatacaklarımı çok iyi dinlesinler. Çünkü geleceği değil ama kendi yaşamlarını kurtarmak onlar için çok önemli. Çünkü... Neyse baştan alayım.

20. yüzyıl sonlarında, komünist bloğun çökmesi ve tüm dünyanın “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen son derece sert kapitalist yaşam biçimine dönmesi, yaklaşık 45 yıl sürdü. Bu süreçte, resmi olarak değil ama ekonomik açıdan sınırlar ortadan kalktı. Tüm dünya ülkeleri birbirleri için pazar durumuna geldiler. Bilim-teknoloji destekli sanayi, her şeyi üretim ve kar eksenine oturtmuştu. Gelişme, öylesine başdöndürücü bir hız aldı ki insanlar şaşırmaya bile fırsat bulamaz hale geldiler. Artık tekerlekle giden arabalar yerine, havayı altına alıp, itici roketlerle yürüyen yer araçlarıyla “trafik” çoktan tarihe karışmıştı. Tekerlekler, uçaklar gibi sadece iniş ve kalkış için kullanılmaya başlandı. Fakat bu parlak görünümün altında “Yeni Dünya Düzeni”, bir yandan da kendi kabusunu oluşturdu.

Büyüyen sanayi kuruluşları hızla birleşiyor kartelleşiyor ve küçük grupları yutuyorlardı. Oluşan karteller, yönetici sathında kendi egemen sınıflarını oluşturuyor, karşı tarafta ise, tamamiyle bu sınıfa muhtaç, onların kendilerine tanıdığı iş olanakları kadar yaşama hakkına sahip çalışan kesimler çoğalıyordu.

Büyük Karteller, sonu gelmez ekonomik güçleriyle, tüm dünya ülkelerinde devlet yapısına önce belirli yollarla sızıyor, sonra yavaş yavaş tümünü ele geçirmeye başlıyordu. Polis ve asker kadrolarını özellikle el üstünde tutuyor, bu yolla güvenliklerini sağlıyorlardı. Zaten hukuk sistemleri de yavaş yavaş karteller lehine değişmeye başlamıştı. Eğitim, her şeyde olduğu gibi son derece pahalı bir hale getiriliyor, tüm askeri, endüstri ve yönetim okullarında ancak egemen sınıfların zengin insanları okuyup yetişiyordu. Dünya, net bir kutuplaşmaya doğru gidiyordu.

Yeni Dünya Düzeni’nin çalışan sınıfları, ölmeyecek kadar yemek, sağlık ve eğitim imkanına sahipti. İnsanların alım gücü gittikçe düşüyor, fakirlik, yeni ve garip salgın hastalıkların ortaya çıkmasına sebep oluyordu. İnsanlar, kitleler halinde ölmeye başlamıştı. Yüksek teknolojinin desteğinde üretim yapan ve ihtiyaçlarını karşılayan egemen sınıflar, artık çalışan kesimlerin büyük bir bölümüne ihtiyaç kalmadığını düşünüyor, onların hızla artan nüfuslarının gelişmeye engel olduğuna inanıyor ve ölümlere seyirci kalmayı tercih ediyorlardı. Bazen, bu duruma isyan eden insanlar karşı çıkıyor, gösteriler düzenliyorlardı. Ama bu gösteriler de oldukça kanlı bir şekilde bastırılıyor hatta insanlar öldürülüyordu.

Türkiye’ye ise bu düzende, 7 kartel hakimdi. Bu kuruluşlar ve yöneticileri, parlamentonun neredeyse tamamına sahipti. Askeri güçler ve yargı, onların sansürü olmadan hiç bir şey yapamayacak bir haldeydi. Nüfus, Anadolu’nun her yanına eşit dağıtılmış, sayıları çok olan çalışan kesimler, açlık, ölüm ve hastalıklarla boğuşuyordu. Tüm üretim ve kar, egemen sınıflara gidiyordu.

Düzenin isitisnaları da vardı. Çoğu bilim adamı ve aydınlar, düzene karşıt duygu ve düşünceler besliyor, ama bunu gerçekleştirmeye korkuyorlardı. Bazı çalışanlar, üst sınıflarla iyi geçinmeye çalışıyor onlara her türlü “casusluk ve benzeri hizmetler” sağlıyarak daha iyi durumda kalmayı başarıyorlardı.

İşte bu dalkavuklardan biri de benim babamdı. Ben, Yusuf Kamanlı, böyle bir Türkiye’de doğmuşum. Zorunlu olan 12 yıllık eğitimimden sonra, ancak egemen sınıflardan imtiyaz koparabilen çok nadir, çalışan insanların çocuklarına nasip olacak bir fırsatı, elektronik ve bilgisayar okullarında okuma fırsatını yakalamıştım. Bu arada... Hey o da ne?”.

Sürücü, kayıt cihazını alelacele kapatıp, hızını azaltarak bir düğmeye bastı. Araçta hafif bir sarsıntı oldu. Araç, artık telerleklerinin üstünde gidiyordu. 600-700 metre ötede, başka bir araç, yolu kesmiş bir biçimde duruyor, önünde de üniformalı ve siyah şapkalı, iriyarı üç insan duruyordu. Giydikleri üniformalar, askeri kıyafetleri andırıyordu. Hareketsiz kımıltısız öylece ayakta bekliyorlardı.

Diğer araca 30 metre kala, Yusuf Kamanlı aracını durdurdu. Yan koltuğunda duran büyükçe bir tabancayı alarak, kemerinin arkasına gizledi. Adamlar, sessizce ona bakıyorlardı. Tavandan, gözlerine doğru dürbün benzeri bir aksamı indirip baktı. Yüzünde bir gülümseme oluştu.

-Hey, bunlar sağlam görünüyorlar. Nihayet yıllar sonra sığınaklarından çıkmış olmalılar. Yine de dikkatli olmalıyım. Beni düşman zannedebilirler.

Adam, aracını yavaşça sürdü.

10 metre kala araçtan indi. Yine de korunma içgüdüsüyle aracını çalışır durumda bıraktı. Elleri arkada tabancasının üstündeydi. Adamlar, duygusuz bir ifadeyle bakıyorlardı. Yüzlerinde ne bir hüzün ne de sevinç vardı. Biri yana çekildi. İkisiyle şimdi karşı karşıyaydı.

-Merhaba. Ne diyeceğimi bilemiyorum ama...

Birden yandaki adam, nerden çıkardığını anlayamadığı bir sopayı kaldırıp Yusuf Kamanlı’nın kafasına doğru savurdu. Yusuf, tüm içgüdüleriyle üçünü birden gözlediğinden, sopa kalkarken farketmiş, yana doğru eğilmeyi başarmıştı. Fakat sopa başı yerine böğrüne müthiş bir hızla inmişti. Yere düşerken Yusuf, ciğerlerinin ezildiğini hissetmiş, yüzü acıdan morlaşmıştı. Bir insan nasıl bu kadar kuvvetli olabilirdi? Bunun bir tek açıklaması olabilirdi. Yoksa, hayır!....

Üç adam, hayvansı hırıltılar çıkararak Yusuf Kamanlı’nın üstüne atıldılar.

Yusuf, duyduğu tüm acıya rağmen, bir eliyle tabancasını çekip bir el ateş edebilmişti. Üstündekilerden birinin, sırtından tüm iç organları dışarı fırlarken adam üstüne devrilmişti. Diğer ikisinin, cesedi üstünden kaldırmaya uğraşmaları Yusuf’a bir kaç saniye kazandırmıştı. Fakat bu arada bir tanesi atılarak tabancalı koluna iri dişlerini geçirmiş kolu parçalamıştı. Yusuf[YU1] , can havliyle adamın suratını avuçlayınca garip bir şey oldu. Adamın yüzünü kaplayan deri avucuna geldi. Maskenin altından, hayvana benzer, köpek gibi sivri dişleri olan, tüysüz korkunç bir surat çıktı.

-Olamaz! Nasıl akıl edebildiniz bunu?...

Yusuf, umutsuzca inlerken diğeri de maskesini çıkarıp, dişleriyle boğazına doğru eğilmeye başlamıştı. Tam o sırada ağaçların arasından, müthiş bir kükreme duyuldu. İki metreye yakın büyüklükte, hayvandan çok canavara benzeyen bir yaratık, adamların üstüne atıldı. Yaratık adamlarla uğraşırken, Yusuf, böğründeki ve kolundaki müthiş acıya rağmen kalkıp, arabaya doğru yürüdü.

Yaratığın adamları paramparça etmesi bir kaç saniye sürmüştü. Kafasını Yusuf’un aracına doğru kaldırdı. Bu arada Yusuf, aracını kaldırmış ve iki saniyede 200km hıza erişmiş bir biçimde geliyordu. Hayvanın kafasını kaldırmasıyla çarpması bir oldu. Yusuf bir an sonra geriye dönüp baktığında, hayvanın tekrar ayağa kalkmaya çalıştığını gördü.

Yolda kimseler yoktu. Gün ortasında bir kabus yaşamıştı. Yusuf, tekrar kayıt cihazına uzandı ve açtı:
“Üç mutant’ın saldırısına uğradım. Yüzlerine insan maskeleri geçirmişlerdi. Böyle bir şeyi akıl edebilmeleri çok garip. Şansımın ve bir zamanlar köpek diye bilinen bir canlı türünün yardımıyla kurtulmayı başardım. Şimdiye kadar uğradığım en tehlikeli saldırı bu oldu. Silahlarımdan birini orada bıraktım. Allah’tan yedeklerim var. Kara Toprak Yaylası’nda elektronik kamp kurup yaralarımı tedavi edeceğim. Sanırım bir günümü alacak. Çok canım yanıyor...”

Yusuf, cihazı kapatıp, az sonra Kara Toprak yazılı levhadan sağa döndü.

* * * * *

“Mutant saldırısından bu yana yaklaşık 30 saat geçti. Yaralarım hemen hemen iyileşti. Adana-Mersin ve tekrar İncirlik rotasında oldukça yavaş ilerliyorum. Hala “ormanlık bölgelere çekilmemiş” normal insanlarla karşılaşmayı umuyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu umudu canlı tutmaya çalışıyorum. 17 yıldır bir tekine bile rastlamadım çünkü...
* * * * *

21. yüzyılın ortalarına doğru, dünya genelinde sömürülen insanlarda bazı sosyal kıpırdanmalar başladı. İnsanlar biraraya toplanıyor, belli merkezlere saldırılar düzenliyorlardı. Hatta egemen sınıf insanlarından bazılarını öldürmüşlerdi bile. İnsanlar, geleceğin varoşlarından çıkıp düzenin kabusu olmaya başlamışlardı.

Kısa süre içinde patlamalar büyüyüp, bazı ülkelerde iç savaşlar haline dönüştü. Askeri kuvvetlerden bazı aydın subayların da isyancılara katılmasıyla çoğu ülkelerde sistemler çabucak el değiştirdi. Dünya tekrar iki kutuplu haline geri döndü. Bir yanda sömüren-sömürülen esasına dayalı klasik sistemler, diğer yanda, daha eşitlikçi “Yeni Özgür Cumhuriyetler” oluştu.

Türkiye, klasik “Yeni Dünya Düzeni”’ni devam ettirmeyi seçmişti. Türk insanı isyan etmek yerine egemen sınıfların güdümünde yaşamayı seçmişti. Bu arada ayrılan blok ülkeleri arasında yine ideolojik sürtüşmeler baş göstermiş, devletler karşılıklı silahlanmaya başlamışlardı. Bu defa nükleer silahların yanında çok tehlikeli ve hiç denenmemiş biyolojik silahlar da sahnedeydi. Üstelik bu silahlar caydırıcı değil, ilk fırsatta kullanım amaçlı üretiliyordu.

Meslek okulunu bitireceğim sıralar, hayatımın en değerli varlığını tanıdım. Türk başkentinin tarihinden gelme ismiyle Misket, siyah saçlı, uzun boylu, kara gözlü çok güzel bir kızdı. Onunla bir eğlencede tanışmıştım. O da benim gibi imtiyaz sahibi bir işçinin çocuğuydu. Görür görmez ona vurulmuştum. Fakat, ilk başlarda aşkıma karşılık alamadım. Geceler boyu bunalıma giriyor, kafamı duvarlara vuracak hale geliyordum. O ise benimle çok az konuşuyordu.

Bir gün her şeyi onun ağzından öğrenmeyi başardım. Aslında o da beni seviyordu. Fakat aramızda büyük bir engel vardı. 3 numaralı büyük kartelin patronlarından birinin oğlu da ona aşık olmuş onu istiyordu. Misket’in kolaylıkla okuma imkanı elde etmesinin nedeni de buydu. Bu, ikimiz için de, bir yıkımdı. Çünkü Misket’in onu geri çevirmesi söz konusu bile olamazdı. Aksi takdirde büyük ihtimalle onu öldürürlerdi.

Bu arada benim Misket’le olan ilişkim öğrenilmişti. Büyük bir öfkeye kapılan rakibim derhal önlem aldırmıştı. Bir kaç defa saldırıya uğradım. Bir ara çok kötü dövüldüm. Ama aşkımdan vazgeçmemiştim. Bu yüzden öldürüleceğimi anlayınca memleketim olan Nevşehir’e kaçtım. Misket’e de dönüp onu alacağıma dair söz verdim…

Kapadokya’da, tarihi yeraltı mağaraları vardır. Çocukluğumda orada yerden yaklaşık 50 metre aşağıda çok büyük bir mağara keşfetmiştim. Mağaranın tüm çıkışlarını kapatmış, yalnızca bir tek girişi ağaçlarla kapatmıştım. Burası yıllarca benim gizli sığınağım olmuştu. Yıllar boyunca eğitimim arttıkça, mağarayı elektronik ve elektrikli aksamla donattım. Orası benim tapusuz yurdum gibiydi. Hatta bir gün, dışarıyla hava irtibatını kesip, bir hava jeneratörünü yerleştirmiştim. Böylece, bu mağarayı herhangi bir uygarlığın keşfinden korudum. Ayrıca dışarıyla haberleşme olanakları oluşturdum. Açılış şifresini sadece benim bildiğim bir elektronik kapı yapmıştım. Sırrımı, benden başka sadece Misket biliyordu.

Gizli sığınağıma, aylarca yetecek yiyecek, doğum kontrol hapları ve diğer gereksinimlerimi doldurdum. Daha sonra Ankara’ya dönüp, o gece Misket’i kaçırdım. Daha doğrusu bir yer aracı kiralayıp birlikte kaçtık. Gece, yollar oldukça tehlikeliydi. Allah’tan hiç bir engelle karşılaşmadan 20 dakika’da Kapadokya’ya geldik.

Sığınağımızda, gözlerden uzak evlendik ve tam dört ay orada kaldık. Kanunlara göre üç ay boyunca herhangi bir vatandaş gidip varlığını bildirmezse, kaydı siliniyordu. Bu da onun için ölüm demekti. Çünkü hiç bir ihtiyacını kimliği olmadan satın alamazdı. Yakalandığında da çok büyük cezası vardı. Dördüncü aydan sonra, dışarı çıktık. Mağaraya kurduğum yapay solar sistem, gün ışığının gözlerimize zarar vermesini önlemişti. Artık kayıtlı olmayan bir çift olarak “Özgür Cumhuriyetler”den birine kaçmanın yollarını arayacaktık. Fakat, bir tuhaflık vardı. Ortada kimseler görünmüyordu. Yayan geçtiğimiz bir kasaba da terkedilmiş gibiydi. Kalan tek tük insanlar konuşamayacak kadar hasta ya da ölmüşlerdi. Daha sonra Nevşehir yakınlarında bir haberleşme üssüne geceyi geçirmek için girdik. Burada da herkes ölmüştü. Korkulu bir ölüm salgını vardı sanki. Derhal haberleşme ağına girip, bütün gerçekleri öğrendik. Öğrendiklerimiz karşısında donakalmıştık.

Biz mağaradayken, dünyadaki iki sistem büyük savaşı başlatmışlardı. Önce nükleer silahlar kullanılmıştı. Karşılıklı tüm büyük şehirleri yok etmişlerdi. Artık İstanbul, Ankara, New York, Londra Budapeşte ve diğer büyük kentler yoktu. Dünyanın yarısı çöl haline gelmiş, milyarlarca insan ölmüştü. Kurtulan az sayıda insan, büyük bir öfkeyle savaşı devam ettirmiş birbirlerine karşı, yeni geliştirilen biyolojik silahları kullanmışlardı. İlk belirlemelere göre sağ kalan çok az insan olmuştu. Fakat onların da genotipi hızla değişiyordu. Türkiye sağ blok sistem müttefiki olarak, savaşın tam ortasında yer almış, Diyarbakır, Bandırma ve Adana-İncirlik Uzay üsleri 1. derecede kullanılmıştı.

Biyolojik silahlara karşı en büyük direnişi varoşlarda yaşayan sefil insanlar göstermişti. Zira uzun yıllar süren ölümcül hastalıklar, bu insanlarda bir çeşit bağışıklık yaratmıştı. Fakat bu insanlarda da genlere bağlı yıpranmalar veya değişmeler oluşmuştu.

Misket’le dakikalarca birbirimize sarılıp öylece bekledik. Artık kimsemiz yoktu!

Tam iki yıl, Türkiye ve çevre ülkeleri dolaştık. Nükleer silahların erişemediği yerlerde, enerji kaynakları, elektronik donanımlar ve yiyecek stokları olduğu gibi duruyordu. İnsanların bunları kullanacak zamanı olmamıştı anlaşılan. Halimize şükredip geziyorduk. Ta ki o korkunç günler başlayana kadar...

Biyolojik silahların etkilediği canlıların-insan, hayvan, bitki-genetik yapısı değişiyor, kas iskelet ve hormonları güçleniyor ancak beyin yapısı dumura uğruyordu. İnsanlar, sivri dişleri, irileşmiş bedenleri, pul pul olmuş derileri ve dışarı vurmuş sivri kemiksi çıkıntılarıyla korkunç yaratıklar haline geliyordu. Beyinler, yavaş yavaş fonksiyonlarını yitirdiği için insanlar-artık onlar birer mutanttı-konuşamıyor, hırlıyor, saldırganlaşıyor ve önlerine çıkan her türlü canlıyı-bazen birbirlerini-parçalıyor ve yiyorlardı. İnsanı andıran çok az özellikleri kalmıştı. Ateş yakmayı biliyor, kurbanlarını pişirerek yemeyi şimdilik ihmal etmiyorlardı. Tarih, hızla geriye doğru gidiyordu. Yeryüzü, bir kabusa dönüşmüştü.

Misket’le ikimiz, mağaranın izole atmosferinde gazlardan korunmuştuk. Çıktığımızda gaz konsantrasyonu nerdeyse tükeniyordu. Ancak az da olsa bizi de etkilemişti. Vücutlarımız, biraz daha sertleşmiş, yaralarımız daha çabuk iyileşiyordu. Beyinlerimizde herhangi bir hasar hissetmemiştik.

Hayvanlar için durum, daha da korkunçtu. Küçük kediler, tarih öncesi canavarlara dönüşmüşlerdi. Artık hiç bir yer güvenli değildi. Normal hiç kimseye rastlayamıyorduk. Yanımızda sürekli ağır silahlar taşıyorduk.
* * * * *

Bir gece, Torosların eteklerinde kamp kurduk. Ben, su bulmak için aşağıda gördüğüm bir dereye doğru gittim. Misket’ te yemek hazırlayacaktı. Biraz sonra döndüğümde gördüğüm manzara bu gün bile hala düşlerime giriyor. Hatırladıkça titriyorum.



Bir kaç mutant, yaktıkları büyük bir ateşin ortasına kurdukları bir direkte bir bedeni yakıyorlardı. Ağızlarından korkunç hırıltılar çıkıyordu. Ateşteki bedenin boynunda sallanan kolyeyi gördüğümde, dizlerimin titrediğini, dermanımın kesildiğini hissettim. O’nu yakıyorlardı! Misket’im ölmüştü! Birden ağlamak istedim ama gözlerimden yaş gelmedi.

Sırtımdaki ağır silahı nasıl kavradığımı, grubun içine nasıl daldığımı hatırlamıyorum. Otomatik ateşleyiciyi çalıştırmış, döndükçe parçalanan kafaları, göğüsleri, kolları, bacakları seyrediyor, çıldırmış gibi bağırıyordum. Sonuncu mutantın kaçmaya çalıştığını gördüm. Ateş ederek bacağını parçalayıp yakaladım onu. Yemek kesmek için kullandığım lazer bıçakla, onu küçük parçalara ayırdım. O ölene kadar her bağırdığında ben de bağırıyor, üstünde tepiniyordum. Manzara, tam bir vahşetti.

Sonunda bir taşın üstüne oturup ormandan gelen sesleri dinlemeye başladım. Sağa sola, gökyüzüne bakıyor, hiç bir şey görmüyordum. Sabaha kadar öylece oturmuşum.

* * * * *

Misket’in ölümünden bu yana tam 15 yıl geçti. Artık normal insanlarla karşılaşabileceğim umudumu yitiriyorum. Bu vahşi dünyada yapayalnızım. Ne yapacağımı bilemiyorum. O’nu çok özlüyorum.

Şu ana kadar aşağı yukarı tüm dünyayı dolaştım. Normal hiç kimseyle karşılaşmadım. Savaşta sığınaklarda kalmış askeri personel, mutantlarca bulunup öldürülmüş. Bundan sonra normal bir insan olarak yaşamanın anlamı olup olmadığını düşünüyorum.

Ankara sahrasından bu yana, üç mutant saldırısına uğradım. Birinde ciddi şekilde yaralandım. Şimdi de ani bir kararla, bu hüzünlü sonun başlangıç noktalarından biri olan İncirlik Askeri Uzay Üssü’ne gidiyorum. Biraz sonra kaderimin tarihini öğreneceğim...”

Sürücü, yavaşça kayıt cihazını kapattı ve tekerleklerini açtı. Araç, giriş yolunun başında, göğe uzanmış devasa “İNCİRLİK ASKERİ UZAY ÜSSÜ” yazan bölgeye girdi. Biraz sonra dev binalardan birinin önünde durdu. Giriş şifresini çözmesi pek zor olmadı. Birdenbire arkasında bazı sesler duydu. Döndüğünde, pek çok mutantın bahçelerden binalara doğru geldiğini gördü. Hemen içeriye girip, kapıyı kapattı.
* * * * *

Ana bilgisayarı bulmuş ve kayıtlara girmişti. Nükleer savaşı, gaz emisyonunu, her şeyi öğrenmişti. Monitöre donuk donuk bakıyordu. Birden gözüne bir mesaj ilişti. Açtığında, zenci bir asker görüntüsü belirdi. Asker, ingilizce konuşuyordu:

“Bu mesajı alan kimseye, insanlık için hiç bir umut kalmadığını bildiririm. Uzay istasyonlarındaki son insanlar bir daha dönmemek üzere uzaya açıldılar. Ben burada müttefik Adana üssündeki son görevliyim. Mutantlar, duvarlara tırmanmayı ve pencereleri öğrenmişler. Kaçamayacağım galiba. Dinleyin. Hala dünyanın 5000 stratejik noktasında nükleer silahlar hazır bekliyor. Bu bölgelere ve mutantların yoğun olduğu bölgeleri gösterir programlara giriş şifresi, “saldırı”. Mutant bölgeleri yok edilmeli. Hızla ürüyorlar. Bu silahları net ağıyla, istediğiniz biçimde birbirine bağlayabilirsiniz. Ben başaramayacağım galiba. Geliyorlar. Hayır....”

Birden mesaj gürültüler ve bağırışlar içinde kesildi. Yusuf, derhal programı yeniden çalıştırmak için kontrollara abandı. Bu arada mutantlar tırmanmaya ve kapıları zorlamaya başlamışlardı. Yusuf’un elleri müthiş bir hızla çalışıyor, şakakları terliyordu. Bir süre sonra büyük ekranda dünya haritası ve üzerindeki 5000 stratejik nokta yanıp sönmeye başlamıştı. Bilgisayarda bir komut belirdi:

“SALDIRI BÖLGELERİNİ SEÇİN.”
“HEPSİ”, diye yazdı Yusuf.
“SALDIRI PROJE İSMİNİ YAZIN”, Yusuf bir an dalmış gibi düşündü ve:
“MİSKET”, diye yazıp okeyledi.



“SALDIRI GERİ SAYIM SÜRESİNİ YAZIN”. Aşağı kat pencerelerinden içeri yavaş yavaş mutantlar doluşuyordu. Yusuf, hiç kıpırdamadan dinledi. Sonra, “1DAKİKA” yazıp onayladı.

Birden salondaki bütün işaret düdükleri çalmaya başladı. Mekanik bir kadın sesi salonu doldurdu: “GERİ SAYIM BAŞLADI. 60, 59, 58,...”

Yusuf, monitörü kapatıp geriye döndü. Onlarca mutant hırlayarak kendisine doğru koşuyordu.

“32, 31, 30,....”

Yüzünde, derin bir tebessüm belirdi. “Geliyorum Misket. Bekle beni”.

“9, 8, 7,...”.

Mutantlar, adamın üstüne atıldılar.

* * * * *

Sarmal galaksinin kenar bölgesindeki yıldız sisteminde bir patlama oldu. Yıldıza 3. uzaklıktaki gezegen, büyük bir patlamayla su ve kaya moleküllerini uzaya saçarak parçalandı. Dağılan parçalar, karanlık uzay boşluğunda yüzmeye başladılar...







29.05.1997; İZMİT
Lami Tiryaki


[YU1]

10 Aralık 2009 Perşembe

Altın Kitaplar Yayınevi 50 Yaşında

Ülkemiz çocuk ve best seller kitapların sahipliğini yapan bana göre gelmiş geçmiş bir numaralı yayınevi Altın Kitaplar 50. yaşını kutluyor. Yıldönümü nedeniyle ünlü yazar Dan Brown'da Türkiye'de ve Kayıp Sembol kitabının piyasaya verilişini başlatacak. Benim yaşımda olup ta Altın Kitaplar'dan çıkan maceralardan bir kaçını alıp okumayan herhalde yoktur. Bir zamanların hard-cover üstüne kuşe kapaklı ve sırttan dikişli ciltlemeleriyle bu gün bile aşılamamış bir kalitenin sahibidir yayınevi. Günümüzde bu tarzda ciltlenip basılan kitaplarımız "lüks" sınıfında inanılmaz fiyatlara satılıyor. Çoğu Aslan Şükür imzalı nefis kapaklarıyla Jules Verne kitapları, yerli bilim kurgular, dünya best seller kitapları hala inanılmaz bir koleksiyon değerine sahiptir. Kitaplığımda yerimin müsaade ettiği ölçüde ben de bulabildiklerimi alıp saklıyorum. 30-40 yıllık kitaplar renklerinin sararması dışında hiç bir kondüsyon eksikliği olmadan hala okunabilir hala saklanabilir pırıl pırıl mükemmel durumdadır. Günümüzde de popüler edebiyatın vazgeçilmez sahibi olan Altın Yayınevimize nice başarı dolu yıllar dilerim.

SelamlarLami

2 Eylül 2009 Çarşamba

"Seri Tamamlayan" Yayınevi; Hozcomics


Hozcomics yayınevi tarafından yayınlanan esseGesse Kaptan Swing dizisi bir kaç sayı sonra bitecek. Sonuncusu 130 sayfalık tek öykü olmak üzere(L'Ultima Vittoria-Son Zafer) toplam 281 macera. Hozcomics'i diziyi sonuna kadar götürme kararlılığından dolayı kutlamak gerek. Yayınevi sahibi Sn Haşim Öz'le, Fatih Okta aracılığıyla tanışma fırsatı bulmuştum. DVD ve çizgi romanlarla dolu sevimli bir şekilde dekore edilmiş evinde güzel bir sohbet yapmıştık. esseGesse çizgi romanlarına olan hayranlığını gözlerinden okumuştum. İkide bir Lalkitap'a olan hayranlığından bahsedip duruyordu kendi değerinden habersiz bir şekilde. Lalkitap'ın kendisini heveslendirdiğini desteklediğini anlatmıştı durmadan. Oysa kendi değerini küçümsemek gibi bir alçak gönüllülük ettiğinin farkında değildi kanımca. Zagor, Martin Mystere gibi "satışı garantili" ürünlerin yayınını yapmak yerine Tommiks-Teksas-Swing gibi ülkemizde defalarca basılıp artık neredeyse ezberlenmiş serileri ilk defa olarak baştan sona düzenli bir şekilde basıp aslına uygun bir edisyonla piyasaya girerek yeldeğirmenlerine savaş açtığını hiç söylemiyordu. Başlarda bu seriler biter mi acaba diye çok düşündüğüm oldu. Ama bitti işte. esseGesse Tommiks bitti. esseGese Teksas bittiği gibi bir miktar da Fransız edisyonunu koyduk raflarımıza. Tommiks-Teksas'ın 14'er adet kaliteli ve renkli basımını gördü bu gözler. Kaptan Swing'in renkli 100. sayısını çok kaliteli bir edisyonla ele geçirdik sonunda. Hozcomics Türkiye'deçizgi romana adını veren serileri 21. yüzyılda yaşatmayı ve gündemde tutmayı başardı. Bundan başka Bella Bronco gibi muhteşem bir western mini serisini de arada bize armağan etti. Tüm bu serilere bakınca Hozcomics'i, "seri tamamlayan" yayınevi diye adlandırabiliriz!

Eksikleri yok muydu? Tabiiki vardı. Mesela Frankofon Teksas'larda yaptığı gibi Swing'lerin de aralarına renkli birer kapak hiç fena olmazdı. Hele o beşli edisyonlarda. Kitaba biraz daha fazla "ruh verirdi" diye düşünüyorum. Daha fazla sunuş yazısı olabilirdi. Daha fazla magazin, resim, dokümanter olabilirdi. Kapak seçimleri daha özenli, daha afiş gibi olanlardan yapılabilirdi. Tommiks'in, Blek'in, Kaptan'ın dev posterleri basılıp hediye edilebilirdi(bir poster çalışması oldu ama pek bir yapay durdu). Şu olabilirdi, bu olabilirdi falan filan... Biz olanlara bakmayı tercih ediyoruz, etmeliyiz...

Şimdilerde Swing'in daha önce Aksoy tarafından basılan ilk maceralarının da basılıp basılmayacağı üzerine bir anket var. Benim bildiğim Haşim Bey bu fikri kafasında toparlayıp uygulamaya geçirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamıştır da okuyucuya danışma faslını gerçekleştiriyordur... O sayılar basılacak gibi geliyor bana. Ancak hala piyasada çokça bulunan Aksoy takımını yeniden basmak yerine Bonelli'den çıkan 11 adet Swing-Speciale'yi (ekleriyle birlikte lütfen) basmak daha güzel olurdu. Tabii Hozcomics'in bunları da düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz.

Hozcomics'e bizlere armağan ettiği bu güzel "tamamlanmış seriler" nedeniyle teşekkür ederiz. Yayınevine uzun ömürler dileriz.

Selamlar
Lami

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Teks dalya dedi...

Teks 100. Renkli sayısıyla 186'lık Ceylan serisinden bu yana Türkiye'de ilk kez Dalya dedi. Üstelik son bir kaç sayısını saymazsak Türkiye'de aylık olarak yayınlanıp 100. sayıyı yakalayan galiba ilk çizgi roman. Speciale Dev Albüm 15'te de renkli bir Teks macerası okumuştuk ama Joe Kubert'in comicsvari soğuk çizimleri dolayısıyla doğrusu pek hazzetmemiştim. Amerika bağlantılı olduğu için Kit Karson'a macerada yer verilmemesi, öykünün neredeyse klasik basit bir intikam hikayesi olması, alıştığımız tipik Teks çizim ve macera örrgüsünün olmaması bana biraz "yabancı" gelmişti. Hatta hikayenin sonunda Teks kendi topraklarına geri dönerken sanki başka bir yayıncıdan Bonelli'ye dönüyormuş gibi bir his yaşadım! Bence biz ilk defa "Bonelli usulü renkli bir Teks kitabı"yla başbaşayız.
Kitabı incelediğimizde, jenerik sayfasının tek renk-sarı-olduğu görülüyor. Orijinalinin böyle olup olmadığını bilmiyorum ancak zamanında Karakoç fasiküllerinin arkasında bu sayfayı aynı renkte bol bol görmüştük. O nedenle jenerik sayfasında bir sürpriz yok. Maceranın ilk ve son yaprağı suluboya gibi bir teknikle renklendirilmiş. Gerisi bildiğimiz Bonelli usulü renklendirme. Renklendirmeyi kimin yaptığı yazmıyor kitapta. Kapağın sol altındaki "Tamamı Renkli Macera" bandı Villa'nın imzasının alt köşesini hafifçe yalamış. Kitabın kağıt kalitesi çok güzel, 1. hamur. Gönül isterdiki bir de güzel sunuş yazısı olsun ve hiç olmazsa bu sayıya mahsus ara başlıklar uçurulmasın, ama her istediğimiz olmuyor işte!.. Fiyat diğer sayılarla aynı. İşte bu sürpriz oldu. Gerçi bir başka açıdan son yapılan zamla bize eşeğini önce kaybettirip sonra bulmuş muamelesi çekildiği düşünülebilir. Ama yine de Allah daha beterinden saklasın demek lazım!
Neyse, yeni milenyumun bu ilk 100. sayısına hoş geldin diyoruz, darısının sırasını bekleyen Zagor ve Martin'in başına olmasını diliyoruz.
SelamlarLami

4 Haziran 2009 Perşembe

Yağmur

2009 Haziran ayında piyasaya çıkan Zagor Klasik maceralar dizisinin 35. cildinde gerçek anlamda klasik ve büyüleyici bir macerayla birlikteyiz. Yayınevi tarafından Öldüren Delilik(Folia Omicido) ismiyle türkçemize kazandırılan Yağmur(ben Tay zamanında verilmiş olan bu enfes ismi daha çok seviyorum) başlıklı bu öykü gerçek bir Zagor Efsanesi olmasının yanısıra benim için farklı öneme haiz bir maceradır. Çünkü 9 yaşımdayken çizgi roman okumaya ben bu macerayla başladım. Öyle sanıyorumki Yağmur yerine başka bir öyküyle başlamış olsaydım çizgi roman üzerine zihnimde yerleşen temeller daha zayıf olacaktı. Böylesine klostrofobik, fantastik ve insanı saran tüm ögelerin biraraya getirildiği efsane öykünün olduğu Zagor cildini Abdullah Dağ isimli bir arkadaştan ödünç alıp okumuştum. 70'li yıllardaki bir çocuğun, yani benim zihnimdeki fantastik Urfa evreni içinde, günlerce aklımdan çıkmamıştı. Lost dizisini izleyenler dizinin bölümlerini bir solukta izleyip yaşanan fantastik olaylar karşısında büyüleniyorlar. Ama yine de o evrenin bir izleyicisi olduklarının farkındalar. Oysa ben Yağmur'u okuduğumda, yaşanan olayların Urfa'nın kuzeyini çevreleyen Karacadağın ötesinde yaşandığına, geceleri penceremden Büyücü Kandraks'ın beni izlediğine inanıyordum. Okuduğum her bir kareyi derste, evde, işte sürekli yaşıyordum beynimin içinde... Gerek yayınlandığı dönem itibariyle, gerek Guido Nolitta'nın artık oturmuş senaryo stiliyle ve nihayet usta Ferri'nin olağanüstü çizgileriyle biçimlenen öykü hala Zagor efsaneleri arasındadır.

Yağmurlu bir bahar günü kasabanın ana caddesi çamur içindedir. Hava güneşli ama bir o kadar da kasvetlidir. Bir takım iri kıyım kuvvetli adamlar bu sıkıntılı havayı fırsata dönüştürüp kasabanın kadınlarını sırtlanarak caddenin karşısına geçirmekte ve günlüğü doğrultmaktadırlar. Ancak bu manzara kasabanın çamurlu sokaklarında dolaşan tanıdık biri için başka anlamlar da içermektedir. Dostumuz Çiko, aç bilaç kasabada dolaşırken "hamalların yaptığı işi görür!!!". Hem Mayıs sıkıntısı, hem de açlık! Tahmin edilebileceği üzere aç karnını doyurmanın peşinde, başka şey düşünemeyen dostumuz anında kendini araziye uydurur ve hamalların arasına katılır. Sonrasında olayları tahmin etmek zor değil. Ancak iş o kadarla da bitmez. Müthiş dedektifimiz Bat Batterton'un katıldığı ve çamur üstünde sırat köprüsü gibi bir tahtanın üstünde gerçekleşen muazzam silahşör gösterisi ile perçinlenen girişteki olaylar 40 sayfaya yakın bir Çiko sayısı gibidir. Sonradan ortaya çıkan Zagor adeta "üstüne biçilmiş rolü" oyanmaktan öteye gidemez. Çiko ve Bat harika performanslar sergilerler.

Sonrasında Amerika'ya eski Kelt uygarlığının izlerini araştırmaya gelen Profesör Charles Mc Leod'la tanışma, ilginç bir konvoy eşliğinde geçen yol hikayesi, bir seri katil (Çiko'nun seri katilin kimliğini teşhis ettiği sahneler unutulur gibi değil) ve nihayet Colemanların çiftliği!.. Konvoy'da aralarına katılan Kazamkürek Bill'de bu arada kadroyu tamamlamış olur. Bu kadar "star"ın biraraya gelmesiyle oluşacak hikayenin sıradan olması zaten imkansızdır. Colemanların çiftliğinde gelişen olaylar tüyler ürpertici, biraz komik, ve son derece çekicidir. Özellikle çiftlik sahibesi sayabileceğimiz Margie Coleman Ferri'nin fırça darbeleriyle güzelliğine güzellik katılmış gibi durur. Çiftlikte geçen günler, eski kelt uygarlıklarının kalıntılarının yörede estirdiği dehşet, kızılderili Musky Han liderliğindeki "kızıl fırtına" öylesine hızlı ve sürükleyici gerçekleşirki kitaptan kafayı kaldırdığımızda önümüzde Mc Leod'un kelt efsanelerini anlatırken yüzüne düşen gölgeler(Ferri gölgelendirmeyle gizem oluşturma konusunda gerçekten bir dahi) gözünüzün önünden gitmiyor. Hikayenin bu bölümleri Martin Mystere hayranlarını oldukça tatmin edecek gibi duruyor. Önemli bir ayrıntı da Zagor'un öyküye yerleştirilme biçimidir. Pek çok silahşör, uzman ve diğer karakterler önemli oranda rol kapmış olmasına rağmen Zagor olayların ekseninde kalmayı ve herkesin güvenliği ve kurtuluş için ilit adam rolünde kalmayı başarıyor. Macerayı okuduğunuzda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Maceranın sade ama sade olduğu kadar olağanüstü finali Zagor'u çocukluğumun ölümsüzleri arasına koymaya yetmiştir...

Arkadaşlar yukarıda spoil vermeden öykü hakkındaki hislerimi yazmaya çalıştım ama yine de bir şeyler kaçırmış olabilirim kusuruma bakmayın. Hakikaten efsane bir Zagor öyküsüyle yeniden birlikte olmanın mutluluğudur bu. Toplamda 96 sayfalık 4 albüm ve ekstra 26 sayfa sürecek Yağmur'u-ya da yeni adıyla Öldüren Delilik-okumadan geçmeyin. Pişman olmayacaksınız...

Selamlar
Lami

1 Haziran 2009 Pazartesi

Kara Murat

Sizleri bilmem ama biz çocuken Urfa'da Tarkan çizgi romanını anarken tek başına "Tarkan" demezdik pek. "Tarkan-Kara Murat" derdik. İkisi de aynı formatta ve benzer edisyonda yayınlandığı için olsa gerek her zaman kardeş dergiler gözüyle bakardık. Kara Murat'ın yarı çizgi roman havası olmasına rağmen gerek ekindeki çizgi romanlar gerek içeriğindeki erotik soslu muhteşem serüvenler dergiyi heyecanla okumamı sağlardı. Bir de kapakları hakikaten güzeldi. Ardından Cüneyt Arkın'lı filmleri geldi... Sonra Günaydın gazetesindeki tefrikalarını hatırlıyorum. Ama ilk edisyondaki o derginin havasını hiç bir şey vermedi. Son olarak Kara Murat romanları düz kitap olarak yayınlandı ve satışta.
Kara Murat'ın yaratıcısı Rahmi Turan şimdilerde Hürriyet gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Kendisine bir selam mesajı attım. Nezeket gösterip cevap yazmış Gönderdiği cevabı-kendisinden aldığım izne istinaden-aşağıya ekledim. İyi okumalar.SelamlarLami Tiryaki
Sevgili Lami TİRYAKİ,
Evet, tahmin ettiğiniz gibi Kara Murat romanlarının yazarı benim, şimdi Hürriyet'te makaleler yazıyorum. Kara Murat romanları resimli olarak Günaydın Gazetesi'nde yayınlandığı ve ayrıca dergi olarak çıkarıldığı dönemlerde büyük ilgi gördü va satış rakorları kırdı. 16 ya da 17 cilt olmalı. Bunlardan 9'u filme alındı. Kara Murat rolünü oynayan Cüneyt Arkın sarışın oğluna da "Kara Murat" adını verdi. Benim oğlumun adı da Kara Murat'tır ve gerçekten Kara Murat'a benzemektedir. Bu arada şunu da belirteyim; Ben ilki hariç, çevrilen filmleri beğenmedim. Film şirketi telif hakkını satın aldıktan sonra senaryolarda çok değişiklikler yaptı, işin kolayına kaçtı. Buna rağmen o filmler de büyük iş yaptı. Uzun yıllar yazdıktan sonra, artık yoruldum. Yeni romanlar yazmayı gençlere bırakıyorum. İlginize çok teşekkür eder, sağlık ve mutluluk dilerim. Sevgi ve saygılarımla... Rahmi TURAN

12 Mayıs 2009 Salı

Teks'in Pembe Öyküleri

ABD kökenli çizgi romanlardan farklı olarak Avrupa kökenli-ve dahi yerli-çizgi romanlarda karşımıza sıklıkla eski dostlar-düşmanlar çıkıyor. ABD çizgi romanlarındaki "team-up" tabir edilen dost-düşman birden fazla karakterin aynı öykü içinde yer alma özelliğine karşın Avrupa çizgi romanlarında zaman zaman eskiden tanıdık dostlar-düşmanlar ya da olaylar hatırlatılarak veya tek tek konuk edilerek yeniden öyküler yazılıyor. Bunun en tipik örneği Martin Mystere'dir. Bazan bir tam öyküyü şekillendirmek için 8-10 yıllık dönemde yazılan ayrı ayrı öyküleri biraraya getirmek gerekebiliyor.

Maceraperest'ten çıkan Teks'in 51-52. sayılarını okurken aklıma bunlar takıldı. Öykünün adı, Afyon(Oppio). Claudio Nizzi yazmış Andrea Venturi resimlemiş. Kapakta gösterişli çinli uyuşturucu taciri ve karşısında duran kadim dostumuz Teks görünüyor. Macerada sözü edilen çinli uyuşturucu çetesiyle Ceylan'ın son dönemlerinde ve Alfa'nın başlarında tanışmıştık zaten. Ancak öyküde başka bir olay anlatılıyor. Bir tiyatro kumpanyasında geçen entrikalı bir cinayet öyküsü uyuşturucu ticareti fon alınarak anlatılmış. Olaylar öylesine kendiliğinden gelişiyorki, Teks ve Karson'un duruma "müdahalesi gerekmiyor" bile. Tipik eski entrika hikayelerindeki gibi kötüler için kader ağlarını pek güzel örüyor. Eski tanıdık uyuşturucu çetesi ise figüran vaziyetinde şöylesine bir görünüp kayboluyor. Devam sayılarında karşımıza yeniden ve güçlü bir şekilde çıkacağı muhakkak olan bu topluluk pek bir arka planda kalıyor.

Maceraların çoğunu yazan Nizzi'nin yoğunluğundan olsa gerek zaman zaman böyle eğlenceli ama nahif ve oldukça basit öyküler de çıkıyor ortaya. Bir sonraki Boselli ürünü macera Morisco'nun Dönüşü öncesi küçük bir mola gibi sanki. Nizzi boşluğu doldurmanın yolunu eski çetenin karıştığı bu basit öyküyle bulmuş. Geniş düşünüldüğünde madem hafif pempemsi bir öykü yapılmış, tiyatro sahibinin evliliği, kızıyla çalışanı arasındaki ilişki daha derin irdelenebilirdi, uyuşturucu kaçakçılığı daha sağlam kötülerle biraz hareketlendirilebilirdi ve dostlarımız figüran gibi değil de biraz daha esas karakter olarak yer alabilirdi diye düşünüyorum ama sonuçta dediğim gibi bu bir geçis öyküsü...

Nizzi inkar etse de artık Teks'in merkez odaklı olmadığı, ya da daha "merhametli" olduğu nahif öyküler de ilgi topluyor ve kendisi bile bu akımdan etkilenmemezlik edemiyor. Öykü stoğum olsun diye epey geriden gidiyorum ama sanırım bir uzun atlama yapıp taze Little Big Horn macerasına atlamak üzereyim. 92 numaralı kapak öyle kolay yenir yutulur bir macera olmadığını kanıtlıyor zaten.

Selamlar
Lami

2 Nisan 2009 Perşembe

Cizgi Roman'da Sansur

Vakti zamaninda yayinlanan cocuk dergileri, bunyelerinde pek cok cizgi roman barindirmislar. 1970-1985 yillari arasinda sureli cizgi roman yayinlarini aratmayacak kadar bol cizgi roman yayinlanmis. Milliyet Cocuk dergisi'nin 1980 ve sonrasi sayilarinda, Tercuman Cocuk Dergisi ve Yaman Cocuk sayilarinda bazilari piyasada kitap halinde satilan cr'larin tekrari bol bol cizgi romanlar tefrika halinde yayin sansi bulmus. Bu, ulkemizde neden Frankofon ve Belcika isi cizgi romanlarin yayginlasamadigini da acikliyor aslinda. Bu turdeki dergilerin cogunun teliflerini cocuk dergileri ve Zip Zip turu karma dergiler kapmis gecmis. Bruno Brazil'den tutun, Korkusuz Badi, Goklerin Hakimi, Thorgal, Rahan vs vs... Hazine gibi malzeme iceriyorlar. Ancak onemli bir detay isin keyfini kaciriyor. Dergilerin "cocuk" isi olmasi beraberinde sansuru de getirmis. Bu gun icin ilkokullara hitabeden cogu dergilerde bile yeralan kimi cesur kareler, o donem dergilerinde sansure ugramis. Mesela Tercuman Cocuk Dergisi'nin 21 Mayis 1982 tarihli 21. sayisinda yeralan Yuzbasi Volkan'in Gizli Hava Kuvvetleri isimli macerasinin 2. bolumunde Volkan'in beraber goreve gittigi Alev'in dus alma sahnesinin oldugu bir kare vardir. Orijinalinde Alev'in bedeni golgelenerek sadece hatlarinin belli oldugu masum bir kareyken, dergide bu karenin yarisi gitmis. Alev'in sadece kafasi gorunuyor. Daha sonraki karelerde Volkan ve Alev ayni yatagi paylasirlar fakat herhangi bir mustehcenlik sozkonusu degildir. Hatta Alev "bana hic dokunmadi bile, durumdan faydalanmadi" filan diye dusunur. Bu masum kare de tumuyle ucurulmus. Bunlari orjinali elimde oldugu icin biliyorum. Oysa Thorgal'in 8 sayisi haric, diğer cr'lerin orijinalleri veya sansursuz turkce basimlari halen elimizde yok. Hangi kare ne kadar ucuruldu neye istinaden ucuruldu bilemiyoruz. O nedenle bence bu dergileri toplamak zamanin frankofonlarinin koleksiyonlarini yapmak anlamina gelmiyor. Hatirlarsaniz Tay yayinlarinin Karaoglan'larinda Suat Yalaz bazi karelerdeki cıplak kadinlara "uygun giysiler" giydirerek ustu kapali bir sansur uygulamisti. O uygulamada bile "kare cikarma" yapilmadan is halledilmisti.

Peki sansur nereye kadar olmali? Sansur olmali mi? Gunumuz frankofonlarina veya Preacher veya Baskomiser Nevzat'taki gibi kimi orneklere baktigimizda sansurun nerede olmasi gerektigi bence siritiyor zaten. Kirk yilin basi ilginc bir yerli deneme yapiliyor ama nedense Beyoglu'nun en igrenc yerleri en igrenc goruntuleri en igrenc kadin cizimleriyle onumuze serilerek baslanmis ise. Estetikten yoksun ortamlar estetikten yoksun karelerde ortaya dokulmus. Yeni donem yerli cizgi romanlara baktigimizda mide bulandirici bir mustehcenlik konmadan yapilamiyor kolay kolay. Leman ekoluyle yetismis bir kusagin elinden cikma bu islerin icerigindeki neden kolayca tahmin edilebilir kanimca. Bu tur yayinlari Cocuk dergilerini okuyan kusaklarin onune hangi yastan itibaren koyabiliriz dusunmek lazim.

Sonuc; Hic bir sekilde sansure taraf biri degilimdir. Kasitli milli ve dini hakaret icermedigi surece yayinlarin yaraticisinin kurgusu neyse o sekilde basilmasi gerektigini sonuna kadar desteklerim. Hic bir kurum veya kurulus sanatcinin isinin icerigine karismamali. Ancak sansur yine de olmali. Tuketicinin kafasinin icinde olmali. Begenmedigi yayini almayarak kendi sansurunu uygulayabilmeli.

Selamlar
Lami

9 Mart 2009 Pazartesi

karanliga havale edilen kahramanlar... Watchmen!

Spoiler uyarısı:Asagidaki yazi Watchmen filmiyle ilgili ciddi spoilerlar icermektedir. Filmi izlememis olanlarin okumamasi tavsiye edilir!


hello darkness my old friendI've come to talk with you again...
Paul Simon'un insanin kalbini oksayan sesinden bu kez beyazperdenin en iyi cizgi roman uyarlamalarından birinde dinledik unlu sarkiyi. Biz yagmur altinda Komedyen'in cenaze torenini izlerken, sarki butun filmi kabaca ozetlemektedir aslinda. Kahramanlar once ugrunda savastiklari iyi insanlar tarafindan dislanmis, sonrasinda da "karanliga havale edilmeye" baslanmislardir.
Alan Moore'un sinema uyarlamasi en cok merak edilen olaganustu eseri Watchmen'den bahsederken arada bir "Gozculer" diyorum. Sanki bu turkce isim daha havali gibi duruyor. Ancak filmin X-Men misali havali olmak gibi bir derdi yok. Tam tersine yonetmeni Zack Snyder tarafindan olabildigince karanlik olmasi icin ugrasildigi hissedilen bunu onemli olcude de basaran bir film Watchmen. Temel olarak ele alindiginda, 70'lerin sonunda baslayip 80'lerde doruga cikan cizgi roman oykulerinin ve kahramanlarinin ayagi yere basar hale getirilmesinin, gercekcilestirilmesi akiminin oldukca etkili bir temsilcisi Watchmen. Filmde bu ikilik siklikla vurgulaniyor. Kahramanlarin gecmislerindeki goruntuleri ve resimleri B sinifi filmlerin nahifliginde verilirken gunumuzdeki goruntuleri ultra modern efektlerle suslenmis. Oyku bir sekilde super kahramanlarin gelisimindeki nahif detaylari bir mantiga oturtmak istercesine irdelemeler yapiyor. Ciplak veya kostumlu gorundugu sahnelerde guzelligiyle hakikaten nefes kesen Ipek Hayalet/Maline Akerman'in Nite Owl'a soyledigi cumle cok manidar: "Biz niye giydik o kostumleri?" Yine de modern zamanlarin anlatimlarinda bile bir miktar superhero nahifligi katmayi unutmamislar. Antarctica'da Kizilmaske pardesusuyle yuruyen Rorschach "ben boyle iyiyim" diyor. Bir pardesuyle yuruyen-sinifi her ne kadar super kahraman olsa da-siradan bir insan kutupta kac dakika sag kalir acaba? Bunun gibi nahiflikler var ama pek te rahatsiz etmiyor acikcasi. Hatta bir miktar hos duygular uyandiriyor. Super kahramanlarin ortaya cikmasina oldukca akilci bir gerekce getirmis oyku. "Her sey cetelerle basladi. Maske taktiklari icin yakalanmiyorlardi. Polisler olarak biz de ayni yolu izledik, maskeler taktik. Adaleti kendimiz dagitmaya basladik"...
Gunumuzden bakildiginda aslinda super kahramanlarin da zaaflarinin oldugu ve saf kahraman olmadiklari da asikardir. Icraatlari itibariyle lakabiyla celisen Komedyen'in savasta hamile biraktigi kadini yalvarmalarina aldirmadan gozunu kirpmadan oldurdugu, Dr. Manhattan'in buna duygusuzca seyirci kaldigi sahneler, yine Komedyen'in gosteri yapan masum halka ates acarken, Owl'a "onlari kendilerinden koruyoruz ne olacak.." dedigi sahneler muhafazakar cizgi roman anlayisini asan cok cesur anlatimlar. Bu yonelim, oykunun isaret ettigi ABD'nin politik acilimina gonderme yaptigini dusundurdu bana. Super Kahramanlar dunyayi(ABD'yi degil) kurtarirken dusmanlarini da kendileri yaratiyor aslinda. Yoksa varliklarinin anlami kalmayacak. Oyleki asil ihanet-ya da dusmanlik-kendi iclerinden birinden Ozymandias'tan gelirken hic biri gikini cıkaramaz. Ozymandias kendi altust olmus kahraman ideolojisi isiginda milyarlari kurtarmak icin New York'u nukleer bombalarla yok ederken, Idealist Rorschach disinda duruma isyan etmeyi goze alabilen babayigit cikmaz. Oyleki Rorschach'in bu ugurda harcanacak ikinci kahraman olmasi kacinilmazdir.
Cizgi romanlar kendi efsanelerini alt ust ettiklerinde buyuk ses getiriyorlar. Zagor'un efsane macerasi Incuba(Kabus)'u hatirlayiniz. O maceradan sonra kimsenin Zagor'u eskisi gibi bildigini/hatirladigini sanmiyorum. Benzer sekilde Batman/Knightfall ya da Superman/Doomsday akillarda en cok kalan oykuler olmalarini bu yaklasima borclular sanirim.
Simdilerde okuyucu/izleyiciler bu ikinci dalgayi da hazmetmis durumdalar. Cogumuzda eski nahif oykulere acligimiz yeniden depresiyor zaman zaman. Yeni bir siniri asmis olmanin hazziyla hem eski nahif oykuleri hem modern gercekci oykuleri ayni zevkle okumaya/izlemeye basladik. Ilginc bir tecrube.
Filme donersek, oldukca karisik ve yogun bir hikayeyi akillica bir sadelikte ve kafa karistirmadan veren yonetmeni kutlamak lazim. Oykunun ne kadar detayli oldugu dusunuldugunde bir filme uyarlamanin ne kadar zor oldugu goruluyor. Yonetmen tum bunlari aksiyonunu hic eksik etmeden, gozalici bilim kurgu goruntuleri esliginde vermeyi basarmis. Mars sahneleri hakikaten muthis. Bu arada Komedyen'in rozet olarak kullandigi ve Dr. Manhattan ve Silk Spectre'nin muhabbet ettikleri alanda gorulen "gulen surat" Mars yuzeyinde hakikaten vardir. Sadece filmdekinin tersine sag kismi biraz deforme olmus durumdadir.
Alan Moore V For Vendetta'nin tersine bu oykude politik sistemi arka plan olarak kullanmis, kahramanlarin etrafinda yogunlasmis. Ben V For Vendetta'yi daha cok begendim. Ancak bu kiyaslama genel olarak algilanmali. Watchmen ve V aslinda cok farkli kulvarlarin cizgi roman(uyarlama)lari.
3 saate yakin suresiyle yuksek dozda siddet iceren ve gorselligiyle goz dolduran Watchmen, 12 yas ustu tum izleyicilere onerilecek bir eser. Umarim kitabini da filmin tadi kaybolmadan bir an once cikarirlar.
SelamlarLami